Güney Kore’nin özgün yönetmeni Kim Ki Duk’un 2012 yapımı son filmi Pieta (Acı), içerdiği şiddet sahneleriyle katıldığı festivallerde en çok konuşulan filmlerinden biri olmuştu. Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan Ödülü’nü alan film, Filmekimi festivalinde de gösterilmiş, sinemalarda da gösterim şansı bulmuştu.
Daha önce; Zaman, Yay, İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış ve İlkbahar gibi şiirsel görüntüleri olan çok katmanlı filmlerle insani yanlarımızı bize hatırlatmaya çalışan Kim Ki Duk, Pieta’yla da bizi sarsıp titretmeyi sürdürüyor.
Filmlerinde; şehir hayatının yarattığı bireysellik, bencilik, iletişimsizlik, üretim ilişkilerinin insanda yarattığı tahribat gibi modern çağın mayınlı alanlarında gezinen yönetmen, son filminde de Kore’nin başkenti Seul’ün arka sokaklarında insan hikâyeleri sunuyor. Kamerasını, ağır çalışma şartları altında küçük atölyelerinde var olmaya çalışanların hayatlarına çeviriyor.
Pieta’yı izlerken; coğrafyalar değişse de bazı açmazların her yerde aynı haliyle varlığını devam ettirdiğini görüyorsunuz. Atölyelerde üretim yapmaya çalışan sanayi çalışanları, her geçen gün biraz daha güçsüzleşirken çıkış yolu bulamayıp tefeciden borç para almak zorunda kalırlar. Tefecide ödeyemeyecekleri borç senetlerinin altına imza atan bu yoksul insanların karşısına insani özelliklerini çoktan kaybetmiş bir tahsildar yollar. Filmdeki iriyarı tahsildar, borçlarını ödeyemeyeceklerini bildiğinden atölye sahiplerini sakat bırakıp parayı sigorta şirketlerinden alma yöntemini kullanıyor. Çok tartışılan şiddet sahneleri de bu tahsilât yönteminin ürünüdür.
Pieta’da Seul’un parlak, ışıltılı dünyası yoktur. Samsung’un son model telefonları, Hyundai’nin yeni arabaları falan değildir bu Kore sokaklarında göreceğimiz. Yoksullar, şehrin arka mahalleleri, sanayi siteleri, ruhlarını yitirmiş insanlar, yağlanmış avuçlar, nasırlaşmış parmaklar çıkar karşımıza.
Filmde görünür olan kapitalizm eleştirisi olmakla birlikte Freudgöndermeleri bütün hesaplaşmaların merkezindedir. Başroldeki acımasız tahsildar Gang Do; duygularını yitirmiş, acımasız, nedensizce şiddet uygulayan bir halde karşımıza çıkar. Gözümüze; kopan parmakları, kırılan bacakları sokarken bütün bu yaptıklarının nedenlerini anlamamız kuşkusuz mümkün değildir. Ancak bir anda bir kadın beliriverir sahnede. Bulaşıkları yıkar, ortalığı toplar, annesi olduğunu söylediği Gang Do’nun yaptıklarının bütün suçunu üstüne alır. Onu bırakıp gitmiştir. Gang Do çevresine sevgisiz büyüyen her çocuk kadar şiddetle saldırmıştır.
Tahsilata gittiği atölyede “annemin yanında vurma” diyen borçluya, annesine göstere göstere vurmaya başladığında Gang Do’nun parayı değil de annesizliğin hırsını tahsil etmeye çalıştığını anlarız. Yeni annesi karnını doyurması için ona canlı bir yılan getirir. Ahir ömründe kimseden hediye almayan genç adam, yılanı yemek yerine akvaryumda beslemeye başladığında ise Gang Do’nun ruhundaki açlığın midesindekinden daha büyük olduğu ortaya çıkar. Kadın, Gang Do’yu annesi olduğuna ikna etmeye çalışırken; o bütün başına gelenlerden kurtulacağını düşündüğünden midir bilinmez, kadının çığlıklarına aldırmadan onun bedenine girmeye çalışır. Belki de hayata başladığı yere geri dönse daha huzurlu olacağına inanıyordur. Zamanla annesi olduğuna ikna olduğunda yılların açlığıyla cihanda kimseden görmediği sevgiyi yeni annesinden istercesine onunladır artık. Geceleri ona sarılıp uyumak isterken, Freud’un annesine âşık olan erkek çocukları anlatmak için kullandığı Oidipus sendromu karşımızda belirir. Artık anne sevgisini keşfetmiştir ancak anne acısı da yanı başındadır. Annenin en az kendisi kadar vahşi ama zamana yayılmış şiddet planlarından haberi olmayan Gang Do’nun celladına âşık olan kurbanlardan farkı yoktur artık.
Zaman içinde ikisinin rolleri birbirine karışsa da kaybedeni çok olan bu planlar zincirinin içine, sakat kalıp dilencilik yapan eski atölye sahipleri, oğlunu kaybeden annelerin intikam istekleri, kendine yetememenin huzursuzluğunu yaşayan sakatlar, intikam için çocuğunu yetiştirenler bir bir gözümüzün önünde belirir.
Yönetmen, insanlık adına umut ışığı taşıdığını ise filmin son bölümünde hissettirir. Kul Himmet’in “İkimizi bir kefene saralar/ Bir kabirde sır olalım sevdiğim” dizelerini hatırlatırcasına, katilleri ve kurbanları küçük bir toprak parçasının içinde emekle kazanılmış bir sevgiyle bütünleştirir. Kamyonetin altında Gang Do’nun hayatını sonlandırıp kanının Seul’un kusursuz asfalt yollarında kalıcı izler bırakmaya başladığında ise, vebalin toplumsallığı bütün şehre usul usul yayılmaya başlar.