Son yıllarda hem Türkiye sinemasında hem de farklı ülke sinemalarında edebiyat uyarlamalarının sayısı oldukça arttı. Joe Wright’un 2005’te çektiği Aşk ve Gurur, 2007’de Ian McEwan’ın romanından uyarladığı Kefaret ve 2012’de çektiği Anna Karenina yorumu büyük ses getirdi. Tom Hooper’ın çektiği Sefiller’in 2012 yorumu ise festivallerde büyük beğeni topladı. Ejderha Dövmeli Kız’ın David Fincher ve İsveçli yönetmen Nils Arden Oplev yorumlarını da sayarsak, listenin giderek uzadığını söyleyebiliriz.
Türkiye sinemasında da durum farklı değil. 2011‘de Selim Güneş’in çektiği Kar Beyaz filmi Sabahattin Ali’nin Ayran öyküsünden yapılan bir uyarlama idi. Ulusal ve uluslararası festivallerde bir çok ödül alan film, etkileyici bir görsellikle ve gerçekçi bir oyunculuğu bünyesinde barındırıyordu. Tomris Giritlioğlu’nun 2009’da çektiği Güz Sancısı filmi Yılmaz Karakoyunlu’nun romanının da yeniden keşfedilmesini sağlamıştı. Geçtiğimiz dönem Hasan Ali Toptaş’ın Gölgesizler isimli romanı da Ümit Ünal’ın yönetmenliğinde sinema perdeleriyle buluşmuştu. Özcan Alper de sendika.org’daki röportajında, kendisinin sinemayla ilişkisinde TRT 2’de uzun yıllar devam eden Rekin Teksoy’un hazırladığı Sinema ve Edebiyat programının etkisinden söz ediyor. Zeki Demirkubuz’un Yeraltı’sının yaptığı etkiyi de hesaba katarsak; Türk iyesinemasının edebiyatla olan kopmaz bağlarına birkaç düğüm daha atıldığını söyleyebiliriz. Bu gelişmeler ışığında iki sanat dalının ilişkisinin tarihi gelişimine göz atmakta fayda var. Sinema ve edebiyat ilişkisi; görülüyor ki sinemanın kendisi için de, başarılı bir yönetmenin sinema dilini oluşturmasında da etkili bir kaynak.
Andre Bazin, sinema edebiyat ilişkisinin köşelerini çizerken, “İyi bir uyarlama, eserin özünü ve sözünü yeniden kurabilmelidir,” der. Dünya sinemasında edebiyat eserlerinin ‘özünü ve sözünü’ yeniden kuranların yanında, onları kullanılacak bir metin gibi görenler de oldu. Sözgelimi Savaş ve Barış ile Karamazov Kardeşler’in Hollywood yorumlarına baktığımızda, romanların temel tezlerinden bağımsız kurgulandıklarını, aşk ve macera temaları üzerinden ticari bir adaptasyonun yapıldığını söylemek mümkün. Buna karşılık Sovyet yorumunda ise -özellikle Savaş ve Barış’ı sinemaya uyarlayan Sovyet yönetmen Sergey Bondarçuk’un yorumunda- dönem dekorlarına özen gösterilmiş, roman neredeyse satır satır estetik kaygılar güdülerek sinemaya aktarılmıştı. İtalyan Yeni Gerçekçiliği’nin usta yönetmenlerinden Luchino Visconti ise Dostoyevski’nin Beyaz Geceler’ini sinemaya aktarmış, özgün bir Visconti filmine dönüştürmüştü.
Yönetmenle yazarın dünyasının örtüşmesi, yönetmenin kendi sinema dilini kurarken yazarın anlatmak istediğinin farkına varması, yazar-yönetmen birlikteliğinin güzel örneklerinin sergilenmesini sağlayabiliyor. Yönetmenle yazarın dünyasının uygunluğunun en güzel örneklerinden biri Sovyet yönetmen Nikita Mikhalkov’un, Çehov’un öykü motiflerini üstün bir sinema kurgusu ve büyük bir ustalıkla resmetmiş olmasında ortaya çıkıyor. Çehov öykülerini sinemaya aktaran yönetmenin kendi senaryolarından çektiği filmlerde de Çehov kokusunu duyumsamak mümkün.
Türk Edebiyatı Sinemayı Büyütüyor
Türk sineması-edebiyat ilişkisine baktığımızda, Türk sinemasının kurucularının tiyatrodan gelmesinin de etkisiyle ilk yıllarda tiyatronun ön planda olduğu söyleyebiliriz. İlerleyen yıllarda edebi metinler ve senaryoların da sinema için besleyici olmaya başladığını görüyoruz. Türk sineması daha otuzlu yıllarda, henüz daha emekleme devrindeyken edebiyatla ve edebiyatçılarla ilişkiler kurmaya başladı. Nâzım Hikmet’in bu yıllarda senaryolar yazdığı biliniyor. Bunun yanında uzun yıllar sinemamızda görmeye alıştığımız tiplemeler de edebiyattan beslenerek oluşturuldu. Kerime Nadir ve Muazzez Tahsin’in melankolik, gerçeklikten uzak kadınları; Esat Mahmut’un maceracı, maço erkekleri Yeşilçam için uygun tiplemeler hâline gelmişti. Attilâ İlhan ise 1959’da, kendi şiir dünyasından da izler taşıyan Yalnızlar Rıhtımı filminin senaryosunda kendi üslubunu ortaya koymuştu. 1950’den sonra gelişme gösteren Türkiye sineması içinde; edebiyat uyarlamalarının yeri giderek artmaya başlamıştı. 1966 yılında Osman Seden’in çektiği Çalıkuşu uyarlaması, dönemi içinde ses getirmiş uyarlamalardan biridir. Yaşar Kemal de 1950 sonrasında bazen öyküleriyle, bazen de senaryolarıyla sinemayı besleyen kaynaklardan biri olmuştur. Özellikle de Orhan Kemal’in öykülerinden uyarlanan filmlerle kedine geniş bir alan yaratmıştı.
Nikita Mikhalkov’un Çehov’la olan ilişkisinin Türk sinemasındaki karşılığı da kuşkusuz Kemal Tahir ve Halit Refiğ birlikteliğidir. Yazarın ve yönetmenin dünya görüşlerindeki ortaklık, aynı ideolojik yaklaşımlar, aynı duyarlılıklar içeren filmlerin oluşmasını sağladı. Halit Refiğ’in 1965’te çektiği Haremde Dört Kadın filminin senaryosunu Kemal Tahir yazmış, ayrıca birçok Kemal Tahir romanı da Halit Refiğ tarafından filme çekilmişti.
12 Eylül öncesinde teknik zorluklara rağmen çekilmiş nitelikli uyarlamalardan biri de Orhan Kemal’in Bereketli Topraklar Üzerinde romanının Erden Kıral uyarlamasıdır. Üç yoksul köylünün köylerinden çıkarak çalışmak için Çukurova’ya gelip yaşadıkları savruluşların, yozlaşmaların tüm gerçekliğiyle anlatıldığı roman, Orhan Kemal’in en iyi eserlerinden biriydi. Ömer Kavur’un 1974’de çektiği Refik Halit Karay’ın Yatık Emine hikâyesi de, Türk iye sinemasının başarılı uyarlamalarından biridir.
1980 sonrasında Türk edebiyatı-sinema ilişkisinin sıkılaştığını söyleyebiliriz. Yetişen yeni yönetmenler Türk edebiyatıyla ilgilenmiş, senaryo yazımındaki dönemsel sıkıntılar da bu durumu tetiklemiştir. Öne çıkanlarını sıralayacak olursak;
Erdan Kıral 1983’te Ferit Edgü’nün romanı Hakkari’de Bir Mevsim’i; 1985 yılında Ali Özgentürk, Orhan Kemal’in Murtaza’sını; beyaz perdeyle buluşturmuştu. Erdoğan Tokatlı 1986’da Oktay Akbal’ın ödüllü romanı Suçumuz İnsan Olmak’ı , Ömer Kavur 1987’de Yusuf Atılgan’ın Anayurt Oteli’ni; Orhan Aksoy 1990 yılında Sabahattin Ali’nin Hasan Boğuldu’sunu sinemaya taşımıştı. Bu filmler Türk sinemasının dönemi içinde ses getirmiş yapımları oldular. Hakkari’de Bir Mevsim’in sinemaya taşınmasının hikâyesi, bir evliliğin vesilesiyle olmuştu. Yönetmen Erden Kıral, 12 Eylül’ün yıpratıcı etkilerinin olanca kuvvetiyle devam ettiği yıllarda film çekmekte zorlanırken, eşi Tezer Özlü’nün önerisi ile Ferit Edgü’nün şiirsel romanı Hakkari’de Bir Mevsim’isinemaya taşımıştı. Ferit Edgü’nün estetik kaygılarını da yine Tezer Özlü gidermişti.
1980 sonrasındaki sinema-edebiyat ilişkisinde, öykücü Füruzan’a ayrı bir paragraf açılabilir. Zira 1981’de Ömer Kavur’un çektiği Türk sinemasının nitelikli örneklerinden Ah Güzel İstanbul filminin senaristliğini yapan yazarın; Gecenin Öteki Yüzü isimli öyküsü de 1987’de televizyon dizisi olarak yayınlanmış, 1990 yılında Benim Sinemalarım isimli öyküsünü senaryolaştırıp yönetmenliğini Gülsüm Karamustafa ile beraber yapmıştı.
Bazı uyarlamalar da yazar ile yönetmen arasında tartışmalara neden olur. Adalet Ağaoğlu’nun Fikrimin İnce Gülü adlı eserini Sarı Mercedes ismiyle sinemaya aktaran Tunç Okan’la mahkemeye taşınan anlaşmazlıkları, bu durumun en meşhur örneğidir. Filmin çekimleri 1987’den 1992 yılına kadar sürmüştü. Ağaoğlu, Okan’nın, romanın aslına sadık kalmayarak dokusunu bozduğunu iddia etmişti.
1990 sonrasında ilk ürünlerini veren yönetmenler genelde kendi senaryolarını kendileri yazmaya başladı: Zeki Demirkubuz, Derviş Zaim, Reha Erdem, Yeşim Ustaoğlu, Nuri Bilge Ceylan gibi isimleri örnek olarak sayabiliriz. Özellikle Zeki Demirkubuz’un edebiyatla kurduğu ilişkinin oldukça yoğun olduğunu görmek mümkün. Nahit Sırrı Örik; romanı Kıskanmak’ı filme çekmesinin dışında doğrudan bir uyarlama yapmayan yönetmenin buna karşılık yazdığı senaryoların edebi metin lezzetine sahip olduğunu da görmek mümkün. 2001’de çektiği Yazgı’nın Albert Camus’un Yabancı’sının ve son filmi Yeraltı’ın da Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’ının serbest uyarlamaları olduğunu hatırlatalım.
Kimi zaman eğitici-öğretici örnekler veren, kimi zaman çeşitli ideolojik yakınlıklar, bazen de bireysel çıkışlarla özgün yapıtlara imza atabilen Türkiye sineması; Türk edebiyatıyla olan birlikteliğini sinemamızın başlangıcından bu yana sürdürüyor.
Son yıllarda sinema-edebiyat birlikteliği, televizyon dizileriyle olabildiğince ticari bir hâle sokulup ‘aşksız’ bir birlikteliğe dönüşmüşse de, sinema ve edebiyatın ilişkisi daha uzun yıllar farklı boyutlarda devam edeceğe benziyor