Zvyagintsev Sineması: Dönüş, Sürgün ve Elena
Sovyet sonrası dönemde film çekmeye başlayan en yaratıcı isim kuşkusuz Andrei Zvyagintsev.1964’de Sibirya bölgesinde doğan yönetmen, oyunculuk eğitimi aldı. Sovyetlerin son döneminde ise Moskova’da Rusya Sahne Sanatları Akademisi’nde sinema eğitimi gördü. 1992 başladığı oyunculuk kariyerinde birçok filmde ve tiyatro oyununda rol aldı. 2000 yılına gelindiğinde özel bir televizyon kanalı için 3 bölümlük bir dizi çekerek yönetmenliğe başladı. İlerde dünya festivallerinde sarsıcı etkiler yapacak olan Rus yönetmen, sonunda istediği yönetmenlik şansını yakalamıştı. 2003 yılında ise kariyerinin dönüm noktalarından biri olan Dönüş filmini çekti. Birçok festivalde gösterilen film, Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan ödülünü kazandı. Dönüş filminde babasız büyüyen Vanya ve Andrey, on iki yılın ardından babalarının eve gelmesiyle hiç tanımadıkları bir baba figürüyle yüzleşirler. Birlikte balık tutmaya gittikleri bir yolculuğun anlatıldığı filmde, estetik sahneler eşliğinde Zvyagintsev sinemasında karşımıza sıklıkla çıkacak olan yabancılaşma ve yeni Rus toplumunun yeni aile kavramı sinemaya yansıtılıyordu. 2007’de çektiği ikinci film Sürgün ile Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye Ödülü’ne aday gösterildi. Zvyagintsev ikinci filminde, büyük şehirden ayrılıp taşrada küçük bir kır evinde yaşamaya başlayan bir çekirdek ailenin yaşantısına odaklanır. Anne, baba ve iki çocuğun kır yaşamına alışma çabaları sergilenirken ansızın filmin seyri değişir. Anne Vera’nın kocası Mark’a hamile olduğu çocuğun ondan olmadığını söylemesiyle film tamamen başka bir atmosferde devam eder. Yabancılaşma, iletişimsizlik ve güven bunalımları üzerinde duran filmde, renkler oldukça çarpıcıdır. Filmin sürpriz sonu ise unutulmayacak cinsten bir deneyim yaşatır. 2011’de çektiği Elena’da, Cannes Film Festivalinde Belirli Bir Bakış bölümünde Jüri Özel Ödülü aldı. Elena’da önceki filmlerinde olduğu gibi yeni Rusya’nın aile kavramını sorgulayan yönetmen bu kez öteki filmlerinden farklı olarak sınıfsal bir bakış da getirmişti. Zengin bir adamla ikinci evliliğini yapan Elena, kocasının onunla kurduğu adeta efendi-hizmetçi ilişkisini uyumla ve sabırlı sürdürürken kendi çocuğunun başarısız profiline ve sorunlu evliliğine de kendi yöntemleriyle çözüm bulmaya çalışıyordur.
Leviathan: Aile ilişkilerinden Devlet Mekanizmasına
2014 yapımı Leviathan filmiyle her zamanki gibi festivallerin aranan yönetmeni olan sinemacı, sinemasının konu çeperini de biraz genişletmiş oldu. Temalarında toplumsal problemlerden daha çok bireyin varoluş sorunlarına ağırlık veren yönetmen, son filminde belirgin bir sistem ve bürokrasi eleştirisi yaparak sinemasına yeni bir tema eklemiş oldu. Cannes’da Kış Uykusu’la yarışan film, En İyi Senaryo Ödülü’yle yetinmişti. Münih Film Festivali’nde ve Londra Film Festivali’nde En İyi Film ödüllerini alan Leviathan, bu yıl Rusya’nın Oscar adayı. Adana Film Festivali ve Filmekimi 2014 kapsamında ülkemizde de gösterilen film, Eyüp peygamberin hikâyesinin günümüz Rusya’sına uyarlanmış hali. Merkezden uzak küçük bir sahil kasabasında tiranlık kuran bir belediye başkanına karşı evinin kamulaştırılmaması için mücadele veren bir araba tamircisinin yaşadıklarını anlatan film, yeni Rusya’da devlet aygıtının bireyler üzerinde kurduğu tahakküme dair küçük bir insan hikâyesi sunuyor. Son dönemi Rus filmlerinde yozlaşan devlet memurları sıklıkla karşımıza çıkmaya başladı. 2011 yapımı Angelina Nikonova’nın yönettiği Alacakaranlığın Portresi’nde otoyolda polislerin tecavüzüne uğrayan bir kadının kendince kurduğu intikam senaryosu resmedilmişti. Zvyagintsev’in çizdiği tabloda ise; eğer tiranlığa karşı gelirsen hâkimler, savcılar, polisler, devlet namına maaş alan her kim varsa adeta bir düşman ordusu gibi karşına diziliyor. Yönetmen küçük bir kasabada bu atmosferi yaratırken bu atmosferin bütün Rusya’ya projeksiyon yapılabileceğinin alt yapılarını da sunmaktan çekinmiyor. Yozlaşmış belediye başkanının odasında arkasında Putin’in resminin yer alması bu durumun en bariz örneği. Bu adaletsizlik karşısında kendisine yardımcı olması için Moskova’dan çağırdığı askerlik arkadaşı avukatın yardım ederken bu tiranlığın karşısında kendi canını zor kurtarır hale gelişini de izleriz. Yönetmen bireylerin idealize edilmesinin kurtuluş olmadığını bize en somut halde gösterir. Hukuka ve Moskova bağlantılarına güvenen avukat, araba tamircisinin karısıyla sevişmekten çekinmeyerek bir anlamda eski aidiyetlerin bu yeni düzende itibarının kalmadığını da gösteriyordur. Kasabada yaşayanlar eğlenmek için ormana gidip mangal yaktıklarında tüfekleriyle de eski devlet başkanlarının fotoğraflarını hedef tahtası yaparlar. En çok kurşun Lenin’e mi Stalin’e mi gelir bilinmez ama anlarız ki umut Ruslardan çok uzaktadır. Devlet aygıtı kadar devletin kiliseyle kurduğu çıkar temelli ilişkiyi de imgeye yer bırakmayacak bir gerçeklikle gözler önüne seren film, kurtuluşun nereden geçtiğini göstermese de nereden geçmediği konusunda oldukça net bir tablo çizer. Zvyagintsev, toplumsal yozlaşmayı ve devlet aygıtının bireylerin hakları üzerinde ne denli firsatçı etkiler yaptığını gösterirken; kendisinden beklendiği gibi bireysel hikâyeleri ve aile kavramını da es geçmemiş. Sorunlu bir çocuk, umutsuz bir baba, mutsuz bir eş filmde bizi bekleyen çekirdek aileyi oluşturlar. Adaletin yok hükmünde olmasına Ruslar kadar bizim de her gün yeni deneyimlerle tekrar tekrar öğrendiğimiz bu zaman aralığında; kuşkusuz Leviathan bize yabancı gelmeyecek bir film.