“Kimse yerinden kımıldayamazken bu sınırlar neden var?” Bu replik Nikos Panayotopoulos’un 2008 Yunanistan yapımı Atina-İstanbul filminde geçer. Memleketin batısında bu feryat yükseliyorken kapalı olan doğu sınırında geçen Derya Durmaz’ın yönettiği Ermenistan-Türkiye sınırını bir çocuğun gözünden anlatan Ziazan adlı kısa filmi içinse yönetmen, “Sınırların olmadığı bir dünyaya inananlar için” der.
Sınırların en fazla olduğu coğrafyalardan biridir Ortadoğu. Keskin tel örgüler, patlamaya hazır mayınlar her yanımızı sarıp sarmalamıştır.
Hal böyleyken sinemanın sınırsızlından dem vurmalı sınırları aşan ortaklıklardan, pasaportsuz duygulardan söz etmeliyiz. Bu yazımda İran, Arap ülkeleri ve Türkiye arasındaki sinemasal etkileşimlerden bahsetmek istiyorum.
İranlı Yönetmenlerin Türkiyeli İzleyicileri
Son 20 yılda İran sineması, dünya sinemasında etki alanını oldukça arttırdı. Doğunun insan hikâyelerini özgün yönetmenlerinin şiirsel diliyle sinemaya yansıtan bir ülke sineması haline geldi. Bu sinema anlayışı, ürettiği bir çok filmde benliğimizde derin izler bırakmaya başladı. İran filmlerinin birçoğu Türkiyeli izleyiciler için başka bir ülke sineması gibi değil adeta yerli bir film etkisi yapacak kadar bu coğrafyanın kültürel kodlarını taşıyan yapımlar oldular. Sıradan insanların günlük hayatlarına odaklanan İranlı yönetmenler, küçük hikâyelerden usta işi filmler yapmayı biliyorlar. Bazen mayın toplayan çocuklar, bazen ayakkabısı olmayan küçük bir kız, bazen gözleri görmeyen küçük bir öğrenci. Bazen de unuttuğu defterini arkadaşına götürmeye çalışan bir köylü çocuğu…
Yönetmenlerin gayretiyle sınırları aşan projeler de etkileşimi, ortaklığı çoğaltan çabaların en önemlilerinden biri. İran’ın meşhur yönetmeni Muhsin Makhmalbaf, 80’lerin sonuyla -rejimi savunan militan filmlerinden sonra- cevaplar veren bir sinema yerine sorular soran bir sinemaya doğru yelken açmaya başlamıştı. Yönetmenin bu yeni sinema dili ülkesinde her istediğini yapmasına olanak vermediği için 1990’da Türkiye’ye gelip yeni filmini Büyükada’da çekmişti. Menderes Samancılar’ın da oynadığı filmde zina kavramı farklı açılardan beyaz perdeye yansıyordu. Aşk Nöbeti isimli film İran’ın imge dünyasıyla Türk sinemasını nisbi özgürlüğünü buluşturmuştu.Yıllar sonra İranlı Kürt sinemacı Bahman Ghobadi Gergedan Mevsimi filmini Türkiye’de çekti. Filmlerini Kürtçe çektiği için İran rejimiyle sorunlar yaşadığından Türkiye’ye geldiğinde bir Fars hikâyesiyle karışımıza çıkmıştı. Nitekim taş yerinde ağırmış. Güzel görüntülerin toplamı bir film yapmamıştı.
Türk Dizileri Arap Evlerinde
2000’lerde Türkiye dizilerinin Arap coğrafyasındaki etkisi de son dönemin belirgin etkileşimi olarak önümüzde duruyor. Arap ülkelerinin son yıllarda orta sınıf duyarlılıklarının artmasıyla, şehirleşme ve modernizmle kurdukları ilişki yoğunlaşınca en yakınlarındaki batılılaşan Türkiye’nin ışıltılı dizileri Arapları en çok etkileyen-dönüştüren görsel ürünler haline geldiler. Bu diziler Araplar için bir modern hülya görüntüsü sunarken; Batılılar kadar beyaz ve sarışın Türkiyeli oyuncular, Arap şehirlerinde hayranlık uyandıran yüzler haline gelmeye başladı. Kadın-erkek ilişkilerindeki romantizm biçimi, moda, tüketim ilişkileri Arap toplumlarının isteyip de elde edemedikleri yaşam tarzını Müslüman bir komşu ülkede olduğunu resmediyordu.
Bu etkileşimler tek taraflı da değil. Mısırlı yönetmen Jehane Noujaim’in Tahrir Meydanı’ndaki gösterileri anlatığı belgeseli Meydan, (El Square) Tahrir’in Taksim okunmasına vesiledir. Gezi Parkı Direnişi’nin görsel hali gibidir.
Kürt Sineması: Ülkesiz Sınırsız Bir Sinema
2000 sonrasında birçok ülke sineması kendi estetik dilini oluşturma yolunda büyük merhale kat etti. Kürt sineması da bu dönemin yükselişe geçen sinemalarından biri. Türkiye, İran, Irak, Suriye, Lübnan gibi farklı ülkelere dağılmış haldeki Kürtler, ülkesizlikleriyle ülkeler arası, sınırlardan bağımsız bir etkileşme somut bir örnek oluşturuyorlar. Bölgede yeni yeni filizlenen Kürt sinemasını temsil eden yönetmenlerin önemli bir kısmı kendi sinema anlayışlarından bahsederken sıklıkla Yılmaz Güney’in onları etkilediğinden bahsederler. Türkiye sinemasının en özgün kameralarından biri olan Güney’in Ortadoğu sinemasının ortak bir değeri olduğunu söyleyebiliriz. Oscarlı İranlı yönetmen Asghar Ferhadi de yakın zamanda verdiği röportajda Yılmaz Güney’in filmlerini izlediğini ve çok beğendiğini söylemişti. Amerika’da düzenlenen Yılmaz Güney filmleri gösteriminde Amerikalı bir izleyici; “İlk kez bir Yılmaz Güney filmi izliyorum. İranlı yönetmen Abbas Kiyarostami’nin filmlerine benziyor” (Star Gazetesi, 2013) diyerek ortaklıkların sınırlar ötesinde olduğunu uzak coğrafyalardan bize hatırlatmıştı.
Sınırsızlığa Doğru
Ortadoğu ülkelerinde; farklı üretim ilişkileri, yaşam koşulları ve şehirleşme deneyimleriyle birbirlerinden bağımsız imge dünyalarıyla çeşitli sinema anlayışlarının oluşması kaçınılmaz. Ancak sinemanın kendine has bir dili var ve bu dil ülke sınırlarını aşan bir sinema anlayışının oluşmasını sağlıyor. İçinde bulunduğumuz küreselleşme döneminde de her geçen gün sınırlar anlamını biraz daha yitiriyor. Ülkelerin şehirleşme düzeyleri -bir anlamda tüketim toplumu olma düzeyleri- birbirine yaklaştıkça aynı temalar, aynı estetik yaklaşımlar da fazlalaşmaya başladı. Farklılıklarımız orta yerde dursa da benzerliklerimiz artmaya devam ediyor. Ortak kimlikler, insani değerler, kader ortaklıkları sanatta etkileşimi kaçınılmaz kılmayı sürdürecek gibi görünüyor.