Lübnan, 1. Dünya Savaşı sonrası oluşan boşluk ortamında Fransa’nın sömürgesinde kalmıştı. O dönem Suriye Krallığı olarak bilenen bir yapıya dâhildi. Fransızların kolay idare etmek için krallığı ayrı devletlere bölmesi ile ayrı bir devlet haline gelen Lübnan, 1926 yılında Fransız denetiminde bir cumhuriyete dönüştü. Dünya üzerindeki en kozmopolit ülkelerden biri olan Lübnan, kültürle kurduğu ilişki itibariyle bütün Arap coğrafyasında özel bir yere sahiptir. Özellikle başkent Beyrut her dönem önemli bir merkezdir. Hem Doğu kültürünü, hem Batı tarzı hayatı ve Helen kültürünü bünyesinde barındıran Lübnan’da, nüfusun yarıya yakını Hıristiyan-Arap, bir kısmı Yunan kökenli Hıristiyan, kalan yarısı ise Müslüman.Müslümanlar da neredeyse yarı yarıya Sünni ve Şiilerden ibarettir.
Bu çok kültürlülük Lübnan’da üretilen kültür ürünlerine de sonuna kadar nüfuz etmiş durumda. Lübnan sinemasını bölgedeki başka bir ülkede üretilen sinema hareketleriyle karşılaştırmak güçtür. Kimi zaman alabildiğine Batılı duyarlılıklara rastlanırken, kimi zaman da mitolojik doğu kültürlerinden feyiz alındığı görülebiliyor. Lübnan sinemasında ve genel olarak Lübnan’da üretilen kültür ürünlerinde Fransız etkisinin belirgin olduğunu da söylemeliyiz. Bu, kimi zaman üretilen filmlerin Fransızca çekilmesiyle karşımıza çıkarken, kimi zaman da Fransız estetik anlayışlarının Lübnan sinemasında oluşmasıyla kendine yer buluyor.
Lübnan’da Dünya Savaşı
Hıristiyanlar ve Müslümanların nüfus oranlarının hemen hemen birbirine yakın olduğu Lübnan’da, bu denge uzun süre korunabilmişti. Genel bir uzlaşıyla cumhurbaşkanı Hıristiyanlardan, başbakan Müslümanlardan seçiliyordu. Ancak İsrail devletinin kurulmasından sonra bölgede yaşanan savaşlar dengeleri alt üst etti. İsrail’in etkisi ve Lübnan’daki Müslüman nüfusun artmasının sonucunda 1975 yılı bitmeden, Lübnan ve özellikle de başkent Beyrut hoşgörü ve çok kültürlülüğün merkezi iken, bombalarla ve harabe bir kent haline geldi. Zaman içinde Müslümanların da kendi içlerinde savaşmaya başlaması ile durum daha da kötüleştirdi.
Savaş Sonrası Dönem
1990’da uzun görüşmelerden sonra Lübnan iç savaşı sonlandırıldı. Ardında bombalardan harabeye dönen bir başkent bırakan iç savaş, Lübnanlı sanatçıların üretimlerinin temel beslenme kaynağı olarak tarihteki yerini aldı
Maroun Bagdadi’nin La Fille de l’air (1992),Samir Habchi’nin The Tornado / al-I’ssar (1992), Leyla Assaf’ın The Freedom Gang / al-Sheikha (1994), Jocelyne Saab’ın Once Upon a Time, Beirut a.k.a. The Story of a Star (1994), Ghassan Salhab’ın Beirut Phantoms / Ashbah Beirut (1998), Ziad Doueiri’nin West Beyrouth / Beirut al-Gharbiya (1998) filmleri bu dönemin öne çıkan filmlerindendir.
Randa Chahal-Sabbagbu dönemin ilgi odağı yönetmenlerinden birisidir. 90’ların en üretken yönetmeni olan Randa,bu dönemde Ecrans de Sable (1991), Our Heedless Wars / Hurubina al-Ta’isha (1995), Les İnfideles (1997), The Civilised / al-Mutahadirat (1999) filmlerini yönetti.
Ziad Doueiri’nin West Beyrouth filmi 2000 sonrasında önemli bir çıkış yakalayacak olan Beyrut sinemasının ilk ipuçlarını veriyordu. Lübnan iç savaşının başladığı günlerde geçen filmde, Beyrut’un batı kesiminde yaşayan Tarık ve Ömer’in savaşla beraber cinselliği, dostluğu ve sevgiyi keşif öyküleri anlatılıyordu. Tarantino’nun kameramanı olan Ziad Doueiri, ilk filmiyle sinemayla kurduğu güçlü bağları gözler önüne seriyordu.
2000 Sonrası Lübnan Sineması
2000 sonrasında oluşan elverişli ortamda sinema önemli bir sıçrama yaptı. Hem uluslararası festivallerde ödüllerini artırdı, hem de izleyicilerden olumlu tepkiler aldı. 2000 sonrasında yapılan film sayısının 40’ı geçmesi de, savaş sonrasında yaşanan toparlanmanın sinema sektörüne yansıması olarak yorumlanabilir. Bu dönemde birçok genç yönetmen uzun metraj filmler çekmeye başladı. Onlarca ilk filmin yapıldığı bu dönemde, uluslararası festivallerde de Lübnan sinemasına duyulan ilgi artmaya başladı. Jean Chamoun bu dönemin yönetmenlerinden biridir. Lübnan sinemasında savaş hayatını ve kadının rolü üzerine belgeseller ve filmler yapan yönetmen, 2000 yapımı The Shadows of the City / Taif al-Madina ile kayda değer bir başarı sağladı. Aynı yıl Muhammed Souweid’in çektiği Jusqu’au Declin du Jour,Filistinli bir eylemcinin hayatına odaklanan bir belgeseldi. Assad Fouladkar’ın 2001 yapımı filmi Quand Maryam S’est Devoilee, kadınlar üzerindeki ahlakî ve sosyal baskıları konu ediniyordu. Aynı yıl Nigol Bezjian’ın çektiği Le Chemin des Abricots,savaşta evlerini terk edenlerin dönüşlerindeki deneyimlerini ve duygularını yansıtıyordu. Genç yönetmen 2003 yılında Muron ve 2005’te Ayroum isimli iki belgesel çalışmaya da imza attı. Ghassan Salhab’ın 2002’de çektiği Terra incognita / al-Ard al-Majhoula,savaşın ne demek olduğunu bütünlüklü bir biçimde yansıtmaya çalışan bir yapımdı. Salhab’ın 2006 yılında çektiği The Last Man / Atlal,küresel bir fenomene dönüşen vampir olgusunun Ortadoğu’daki karşılığı oldu. 2004 yılındaDanielle Arbid In the Battlefields / Maarek hob filminde,Lübnan’ın kaybettiği topraklarda yaşananlara odaklandı. 2007 yılındaki filmi Un homme perdu’da ise bu kez kaybolan bir adamdı. 2005 Lübnan sinemasında oldukça ses getiren yapımlar ortaya çıktı.Joana Hadjithomas ve Khalil Joreige’nin beraber yönettikleri A Perfect Day / Yawm Akhar,Philippe Aractingi’nin Arap müzikleriyle bezenmiş renkli filmi The Bus / Botsa ve Josef Farès’in çektiği Zozo filmleri 2005’in Lübnan sinemasına armağan ettiği filmlerdi. Michael Kammoun’un 2006 yılındaki filmi Falafel, savaştan 15 yıl sonra Beyrut’taki bir yaz gecesini anlatıyordu. Bu film, Lübnanlı bir gencin Beyrut sokaklarında geçen hikâyesidir. 2007 yılında ise son yılların en çok konuşulan Lübnan yapımı Caramel ortaya çıktı. Nadine Labaki’nin ilk uzun metraj filmi olan Caramel, birçok uluslararası festivalde övgüye değer bulundu. Beyrut’ta bir kadın kuaförüne gelen kadınlar ve onların birbirinden farklı olan hayatları üzerinden Lübnan’daki çok kültürlü yapının kapılarını açan Caramel, Lübnan’daki farklı kadın portrelerini sinema perdesiyle buluşturdu. Genç yönetmen yeni filmi Peki Şimdi Nereye’yi 2011’de bitirdi. Toronto Film Festivali’nde Halk Ödülü’nü alan yapım dini çatışmaları ve savaşı kadınlar üzerinden anlatıyordu.
1997’de Philippe Aractingi’nin çektiği Under The Bombs / Taht Elqasef,Lübnan ve İsrail arasındaki gerginlikler üzerinde duruyordu. 2009 yılında ise Ghassan Salhab 1958 isimli belgeseli ile kendi doğum yılından başlayarak Lübnan’ın 50 yıl boyunca cebelleşeceği iç savaş, çatışma ve sürgün gibi trajedilerin başlangıç noktasına dönüyordu. Aynı yıl Muhammed Soueid’in çektiği My Heart Beats Only for Her / Ma Hataftu li Ghayriha iseyarı belgesel bir çalışmaydı. İstanbul Film Festivali’nde de gösterilen film, Filistin Kurtuluş Örgütü’ne bağlı öğrenci fraksiyonunun hayatta kalan üyeleriyle yapılan görüşmeleri içeriyor. Yönetmenin babasının da dâhil olduğu örgüt ile ilgili bilgiler; babasının devrim güncelerinden yola çıkılarak izleyiciye sunuluyor. Dima El-Horr’un 2010 yapımı ilk filmi Her Gün Bayram ise, biri yeni evlendiği kocasını görmek, biri hapisteki kocasına boşanma evraklarını götürmek, biri de cezaevinde gardiyan olarak çalışan kocasına evde unuttuğu silahını teslim etmek üzere yola çıkan üç kadının hikâyesine odaklanıyor. Kadınların yaşamları üzerinden savaş sonrasının Lübnan’ına ait bir panorama sunan film, birçok festivalde gösterildi.
Lübnan sinemasında film sayılarında belirgin bir artış olsa da, üretilen film sayısı halen yeterli değil. Ülkenin mali kaynaklarının kısıtlı olması, yönetmenleri alternatif yollara sevk ediyor. Birçok yönetmen ortak yapımlarda yer alarak ekonomik sorunları aşmaya çalışıyor. ALBA ve IESAV gibi sinema okullarının olduğu Lübnan’da yeni yetişen yönetmenler eskinin mirasını sahipleniyorlar. Ghassan Salhab, Jocelyn Saab, Randa Chahal-Sabbag ve Philippe Aractingi gibi yönetmenlerin önemli başarılar kazandığı Lübnan sinemasında, genç yönetmenlerin deneyimlerinden faydalanacakları bir neslin oluşmuş olması umut verici bir durum. Özellikle bölgenin siyasi ve kültürel atmosferi de oldukça besleyici bir platform oluşturuyor. Ayrıca belgesel geleneğinin hiçbir zaman kaybolmadığı da görülebiliyor.