Alman Sinemasında Nazi Dönemi İnsan Hikâyeleri

Alman sineması, son yıllarda geçmiş muhasebesi üstüne oldukça fazla film yapıyor.  Alman 20 yüzyıl tarihinin çalkantılı dönemleri sinemacılar tarafından adeta keşfedilen bir cevher gibi sürekli kullanılıyor.  2. Dünya Savaşı,  Berlin Duvarı, Alman Sonbaharı  (70’lerdeki Baader Meinhof Hareketi) gibi sancılı olay ve dönemler, Alman sinemasının faydalandığı konular arasında yer almaya başladı.

Alman Filmlerinde Nazi Dönemi

Alman toplumunun utanç yılları olan Faşizm dönemi özellikle Yahudi Soykırımı üzerinden Hollywood sinemasında oldukça fazla filme konu oldu. Tüm dünya Soykırımı ve Nazi gerçekliğini Hollywood sinemasının anlatım dili üzerinden öğrendi. Buna karşılık Alman toplumunun yapısı, gündelik hayatı, Almanların Nazi iktidarı dönemindeki psikolojik halleri uzun yıllar sadece birkaç Alman yönetmenin el attığı konular oldular. Almanların unutmak istedikleri bir dönem aralığı olan bu yıllar ve özellikle savaşın hemen sonrasındaki kaos ortamını yansıtan Alman filmleri Almanlar için adeta bir ayna görevi görüyor.

DIE BLECHTROMMEL - German Poster 1

Teneke Trampet: Nazi Döneminin İsyankâr Çocuğu Oskar

Yetmişlerin Sonu Hitler Almanya’sını konu alan filmlerin fazlalığıyla dikkat çeker. Volker Schlöndorff’un Nobel ödüllü Alman yazar Gunter Grass’ın romanından uyarladığı Teneke Trampet,  Nazilerin iktidar olduğu yılları büyümeyi redden Oskar’ın gözünden resmeder.

Film, 1920’li yıllarda Almanların, Polonyalılar ve diğer azınlıklarla birlikte uyum içinde yaşadıkları Danzig ‘de geçer. Ailesi Oskar’a  üç yaşına bastığı doğum gününde teneke bir trampet hediye eder. Oskar yeni oyuncağı trampetiyle evin bodrumuna inip önemli bir karar verir. Artık büyümeyecektir.  Büyüklerin; yozlaşmış, sevimsiz dünyalarına girmek istemiyordur. Büyümek yerine trampetiyle kendisine yanlış gelen her olaya isyan etmek yeni merakı olmuştur.

İçinde bulunduğu orta sınıf aile yaşantısına dâhil olmak istemeyen Oskar, büyümese de hayat dönüşmeye başlamıştır. Artık radyodan yükselen keyifli melodiler değil kahramanlık marşlarıdır. Sokaklar gamalı haçlı resmigeçitlerden yürünmez olmuştur. Almanlar yeni bir kahraman meraklarını kısa boylu, hırslı, sinirli bir adamda gidermek isterler. Oskar’ın ailesi de artık dönüşüyordur. Duvarlarındaki Beethoven resmini indirip yerine Hitler’in tablosunu asmayı uygun bulurlar. Ama Oskar aynı fikirde değildir. Şehirdeki büyük Nazi etkinliğine gidip oturakların altından onların marşlarının ritmini bozmayı kendine görev bilir. Oskar’ın; kahramana, disipline, farklılıkları yok eden çoğunluktan olmaya niyeti yoktur.

2. Dünya Savaşı sonuna kadar yaşanan bütün dönüşümleri büyümeyi reddeden Oskar’nı gözünden yansıtan film, unutulmaz sahnelerle etkileyici bir yapımdı. Yönetmen Teneke Trampet’le, Günter Grass’ın edebiyatta yaptığı faşizm dönemiyle yüzleşmeyi sinemaya etkileyici bir oyunculukla adapte ederken, Alman toplumunun savaş dönemi takındığı tavrın eleştirisini vermekten kaçınmıyor. Faşizmin sıradan insanları nasıl da birer makineye çevirmesini gözler önüne seriyor. 1979 yılında En İyi Yabancı Film dalında Oscar alan film, 2 saatlik unutulmaz bir dönem filmi.

makale_1391592304

Maria Braun’un Evliliği: Savaş Sonrası Alman Kadınının Dönüşümü

Teneke Trampet’in sarsıcı etkiler yaptığı yıl, Yeni Alman Sineması’nın aykırı çocuğu Fassbinder, Batı Almanya’nın İkinci Dünya Savaşı sonrası ekonomik durumuna odaklanan ‘BRD Üçlemesi’nin ilk halkası olan Maria Braun’un Evliliği’ni çekmişti. Üçleme 1979 ‘da The Marriage of Maria Braun,  1981’de Lola ve 1982’de çektiğiVeronika Vossfilmlerinden oluşuyordu.  Batı Almanya üçlemesi olarak anılan 2. Dünya Savaşı sonrası Alman kadınların hikâyelerine odaklanan yönetmen, Faşizmin muhasebesini kadınların dönüşümü üzerinden yapıyordu.

Alman sinemasında çoğunlukla es geçilen, yüzleşmek istenmeyen bir dönem olan savaş sonrasının ilk yılları, savaş dönemiyle birleşik olarak savaşın yarattığı ekonomik çıkmazla baş etmek zorunda kalan kocasız bir kadının var olma ve kendini yaratma hikâyesiyle sunuluyordu. Film, oldukça etkileyici bir kadın portresi sunar.

Filmin fonundaysa yenilmiş, yıkılmış bir toplumun yeniden ayağa kalkma hikâyesi izleyenlerini bekliyordur. Ayağa kalkmak, güçlenmek belki mümkündür ancak yitirilen bir ruha ve kaybedilen samimiyete hüzünlü bir veda vakti de gelmiştir.

das-boot-movie-poster-1981-1020144237 (1)

Denizaltı: Alman Askerlerinin İnsani Yanları

1979’da Wolfgang Petersen tarafından çekilip 1981’de vizyona giren Denizaltı (Das Boot) filmi,  az sayıdaki Alman savaş filminden biri. Günther Buchheim’ın romanından uyarlanan film, gerçek bir hikâyenin ürünü.  1942 yılında deniz kuvvetlerine bağlı U96 ismindeki denizaltıya bağlı mürettebatın yaşadıklarını son derece insani özelliklerle yansıtan film,  pek çok savaş filminden insan odaklı yaklaşımıyla ayrılır. Alman askerlerini faşizan tavırlardan uzak, hayatta kalmaya çalışan bireyler olarak resmeder.  Savaşı, Hitler’i, ölümü ve yaşamı sorgulayan mürettebat, izleyiciyi adeta denizaltının içine çeker. 216 dakikalık yapımın neredeyse hepsi denizaltının içinde geçer. Bu açıdan klostrofobinin sinemaya yansıyan filmlerinden biri olarak da özel bir yapımdır.

MV5BMTI5NTA5NTU3OV5BMl5BanBnXkFtZTcwMjQ4MDAyMQ@@._V1_UY1200_CR36,0,630,1200_AL_

Beyaz Gül: Faşizme Pasif Alman Direnişi

1982’de Michael Verhoeven’in çektiği Beyaz Gül filmi, Nazi döneminin pasif direniş örgütü Beyaz Gül’e odaklanan ilk yapımdı. Beyaz Gül hareketi, Nazi iktidarına karşı Münih’te örgütlenmiş bir yapıydı. Duvar yazılamaları yapıp sokak bildirileri dağıtan grup, felsefe profesörü Kurt Huber, Sophie Scholl, erkek kardeşi Hans Scholl, Alex Schrommel, Cristoph Probst ve Willi Graf’tan oluşuyordu. Münih Üniversitesi’nde Stalingrad saldırısını eleştiren bildirileri dağıtırken yakalanan Sophie ve Hans Scholl kardeşler, 1943’te idam edilmişlerdi. Öteki üyeler ve sempatizanlar da ya idam edildiler ya da ağır hapis cezalarına çarptırılmışlardı. Alman toplumunun unuttuğu bir hareket olan Beyaz Gül hareketi özellikle 1970’lerdeki öğrenci hareketlerinin artmasıyla birlikte tekrar hatırlanıp itibarları iade edilmişti. Film de bu sürecin sanata yansıması olarak görülebilir.

stalingrad.23428

Stalingrad: Rus Kışında Kara Saplanan Alman İdealleri

1993 yılına unutulmaz bir savaş karşıtı film Joseph Vilsmaier tarafından çekilmişti. Stalingrad filmi, Stalingrad Muharebesi’ne gönderilen bir istikam taburunun yaşadıklarının anlatıldığı destansı bir yapımdı. 2. Dünya Savaşı’nın Doğu Cephesi’nde yaşanan savaşın dehşetini, acımasızlığını yansıtan Stalingrad, Almanlar tarafından savaşı yansıtan ender filmlerden biri. Özellikle Stalingrad cephesi genelde Sovyet filmlerine konu olmuşken ilk defa bir Alman yönetmen olabildiğince insani bir bakışla savaşın anlamsızlığını beyaz perdeye taşımıştı.

2000 Sonrası Nazi Dönemi Filmleri

Alman sineması pek çok ülke sineması gibi 2000 sonrasında kendini yenileyen güçlenen bir ülke sineması. Bu dönemde yönetmenlerin özellikle Almanya’nın kendi tarihi olaylarına daha fazla eğilmeye başladıklarını söyleyebiliriz.  2000 sonrasında Nazi döneminde yaşananlara da özel bir ilgi oluştuğunu söylemek mümkün. Alman toplumu geçmişiyle daha ön yargısız bir hesaplaşmaya girdiği bu dönemde;  özellikle genç yönetmenler faşizm döneminde yaşananlara beyaz perdeye taşıdılar.

nowhere-in-africa-nirgendwo-in-afrika.14542

Afrika’nın Hiçbir Yerinde: Hitler’e En Uzak Yere Gidelim

Caroline Link’in yönettiği Afrika’nın Hiçbir Yerinde, 2. Dünya Savaşı sırasında Kenya’ya göç etmek zorunda kalan Yahudi bir ailenin yaşadıklarını anlatıyordu. Alman sinemasının son kazandığı Oscar 1979’da Teneke Trampet filmiyle olmuştu. Uzunca bir süre Oscar, Almanya’ya uğramazken 2002’de yine bir Nazi zulmü hikâyesi olan Afrika’nın Hiçbir Yerinde,  Oscar’ı Almanya’ya getirdi.

Cokus-1286109967

Çöküş: Hitler’in Son Günleri

2000 sonrasının en çarpıcı Nazi dönemi yapımı kuşku yok ki Oliver Hirschbiegel’in yönetmenliğini yaptığı 2004 yapımı Çöküş’tü. Hitler’in son günlerinde sığınağında yaşananlara odaklanan film, oldukça gerçekçi görüntüler ve çarpıcı insan hikâyeleri sunuyordu. Hitler’in hastalıklı psikolojik yapısı, yenilgiyi kabullenemediği ısrarcılığı oldukça başarılı bir sinema diliyle yansıtılmıştı. Ete kemiğe bürünmüş bir Hitler’i gözler önüne seren yapım, bu haliyle Hitler’i sinemaya yansıtan hemen her filmden ayrılıyordu. Filmde Hitler’in dışında onun yakın çalışma arkadaşları da resmedilirler. Hitlerin sevgilisi Eva Braun’la nikâhı ve birlikte ölüme gitmeleri,  Joseph Goebbels ve eşinin, çocuklarını öldürüp intihar etmeleri daha önce olmadığı kadar gerçekçi ve etkileyici bir halde bir filmin konu olmuşlardı.

070518061851_l

Napola: Faşizm Geleceğini Yetiştiriyor

Dalga filmiyle büyük başarıya yakalayan Deniz Gansel’in çektiği Napola, II. Dünya Savaşı’nda Naziler’in Napola adıyla kurdukları geleceğin bürokratlarını yetiştirdikleri okullardan birindeki gencin yaşamını konu alıyordu. 17 yaşından itibaren eğitime alınan gençler, yeni Almanya’nın bürokratik elitleri olarak yetiştirilme süreçleri ve yurt yaşantıları beyaz perdeye yansıtılmıştı.

Europa Cinema, Hamptons Uluslararası Film Festivali ve Bavyera Film Günleri’nde En İyi Film ödüllerini alan yapım,  az bilinen bir faşist yapılanmayı da geniş kitlelere tanıtmıştı.

sophiescholldvd

Sophie Scholl Son Günler: Solan Bir Beyaz Gül

Marc  Rothemund’un 2005’te çektiği Sophie Scholl Son Günler, Beyaz Gül’ün iki kardeş üyesi olan Sophie ve Hans Scholl’ün Münih Üniversitesi’nde öğrenciyken bildir dağıttıkları sırada yakalanıp idam edilme süreçlerine odaklanmıştı.  Film özellikle Sophie Scholl’e odaklanır. Onun sorgu sahneleri oldukça başarı bir psikolojik platform sunar. Sorgu polisinin onu alt etme yöntemlerine direnen Sophie, umuda ve özgürlüğe olan inancını hiçbir zaman bırakmaz. Mahkeme sorgusunda da Nazilerin meşhur halk mahkemesi yargıcı Roland Freisler’la olan atışmaları da filme yansımıştır. Tiyatral bir sahne tasarımıyla sunulan bu bölümde yargıç Roland Freisler iki kardeşi psikolojik olarak ezmeye çalışır ancak başaramaz. Sophie Schol, giyotine yatırıldığında dahi faşizme karşı mücadele vermenin haklı gururunu yaşar. Gözü sürekli her sabah hücresini aydınlatan güneştedir. Umudun simgesi her sabah yeniden doğan güneştir.

22 yaşında öldürülen Sophie, Alman toplumunun direniş sembollerinden biri olarak günümüzde bir çok eğitim kurumunda ismi yaşatılan bir kahramana dönüşmüştür. Onun yaşantısını gerçeklerin ışığında yansıtan film, kurmaca film olduğu kadar bir belgesel niteliği de taşıyor.

Berlinde-Bir-Kadın-Filmi-Anonyma-2008

Berlin’de Bir Kadın: Her Savaşın Kaybedeni Kadınlar

2008’de Max Färberböck  tarafından çekilen Berlin’de Bir Kadın, 1945’te yaşanmış gerçek bir hikayeden hareketle ortaya çıkmıştı. Savaş sonrasında bulunan bir günlükte, günlüğün sahibi kadının yaşadıklarının anlatıldığı yapımda, 1945 baharında Rusya işgali altındaki Berlin’de geçer. Bombalar altındaki şehirde kalanlar başlarına gelecek felaketleri bekliyorlardır. Şehre giren Rus askerleri, ele geçirdikleri Alman kadınlara tecavüz etmeye başlarlar. Hayatta kalma mücadelesi veren Alman bir kadın gazeteci, kaçınılmaz gibi duran tecavüzlerden korunmak için Rus bir binbaşıyla gönül ilişkisine girer. Bu sırada Berlin’in dört bir yanında işgalin trajik sonuçları devam ediyordur.

phoenix_ver2_xlg

Yüzündeki Sır: Acılarımız Yüzümüzden Okunur mu?

Alman sinemasının başarılı yönetmeni Christian Petzold’un 2014 yapımı filmi Yüzündeki Sır, 2. Dünya Savaşı’nın hemen sonrasına odaklanır. Barbara filmiyle Doğu Almanya’dan oldukça başarılı bir insan hikâyesi sunan yönetmen, aynı başrol oyuncularıyla bu kez savaş sonrasının yıkıntılarında dolaşıyor.

Nelly, toplama kampından kurtulmayı başarmış ama işkenceden yüzü tanınmayacak hale gelmiş bir şarkıcıdır. Zorunlu olarak geçirdiği estetik ameliyat sonrasında, kendisinin bir benzerine dönüşür. Görmek için can attığı tek kişi ise kocası Johnny’dir. Ancak ne giden gittiği gibi gelmiş, ne de kalanlar eski hikâyelerdeki kahramanlıklarını korumuştur.

Barbara’ya göre daha durağan, daha durum merkezli küçük bir hikâye anlatmayı seçen yönetmen, konu olarak da Alman sinemasının adeta gizli bir anlaşma gibi hemen hiç bir filmde karşımıza çıkmayan savaşın hemen sonrasını resmeder.  Esasen bu zaman aralığından çok daha gergin çok daha çelişkili hikâyeler çıkarmak olasıdır. Faşizme inanmış bir toplum yapısının yenilgiden sonraki reddiye süreci ve işgal altından bulunma dönemi son derece zengin bir sanatsal beslenme kaynağıdır.

Yönetmen bu filminde de ustun bir sinemacı olduğun kanıtlayan kareler yakalamayı bilmiş. Özelikle filmdeki renk seçimleri son derece başarılıdır. Her sahne belli bir renk üzerinden tasarlanmış.  Barbara filmiyle aynı başrol oyuncularıyla çekilen filmde izleyende oyuncuların Barbara filmindeki rollerini devamıymış gibi bir hissin oluşmasına neden oluyor. Barbara filmindeki duyarlı, naif doktoru Andre’yi beklerken; karısını faşizmin kollarına bırakmış, onun toplama kamplarına gitmesine razı olmuş bir Alman burjuvası Johnny’le karşılaşırız.

Filmin sürpriz ve unutulmaz sonuysa filmin en etkileyici tarafıdır. Bu derin ve katmanlı sahnenin etkileyiciliğiyse filmin bütününde bulmak olası değildir.

Hitlere-Suikast-Elser-02_CopyrightBerndSchuller_LuckyBirdPicture

Hitler’e Suikast: “Attın… Ama yazık ki, yazıklar ki vuramadın!”

2015 yapımı Hitler’e Suikast filmi faşizm dönemine eğilen en yeni Alman filmlerinden. Daha önce Çöküş filmiyle çok çarpıcı bir atmosfer sunan Oliver Hirschbiegel, bu kez Çöküş’ün kahramanı Hitler’e, suikast düzenleyene sıradan bir marangoz olan Georg Elser’e odaklanır. Hitler’in Münih’te 8 Kasım 1939 tarihinde konuşma yapacağı Bürgerbräukeller salonuna bomba yerleştiren Elser’in,13 dakikalık bir farkla suikast girişimi başarısız olur. Alman sineması sırayla kenarda köşede kalmış Hitler karşıtı Almanları sinemasına yansıtmayı sürdürüyor. Yönetmen, faşizmin daha yeni yükselişe geçtiği dönemde Hitler’in neler yapacağını sezen ve karşı saldırıya geçen bu kendi halindeki marangozun bir direniş sembolüne dönüşen portresini izleyicilerini sunar. 32 yıl tahta kalan Osmanlı padişahı 2. Abdülhamit’e suikast düzenlendiğinde padişah 1 dakikayla kurtulmuştu. Tevfik Fikret, baskıcılığıyla meşhur Abdülhamit suikasttan kurtulunca : “Ey şanlı avcı, tuzağını boşuna kurmadın! /Attın…ama yazık ki, yazıklar ki vuramadın!” dizelerini yazmıştı Bir Anlık Gecikme şiirinde. Oliver Hirschbiegel de son filminde 13 dakikalık fark olmasaydı tarihin seyrinin nasıl değişeceğinin düşündürmek istiyor.

yalan

Yalanlar Labirenti: Bazı Yalanlar Güzel, Bazı Gerçekler Acıdır

2015 Oscar yarışına Almanya, Giulio Ricciarrelli’nin yönettiği Yalan Labirenti’yle katılacak. Film, Naziler’in İkinci Dünya Savaşı’nda işlediği suçları örtbas etmeye çalışan devlet kurumlarını gözler önüne seriyor. Filmin kahramanı Johann Radmann, 1950’li yılların Frankfurt’unda yaşayan hırslı, idealist, genç bir savcıdır. Toplama kampından kurtulan Simon Kirsch’in davasını incelemeye almasıyla yaşananları anlatan film,  Türkiye’de ilk gösterimini Eskişehir Film Festivali’nde yapmıştı. Türkiye’de vizyon şansı bulamayan film, İzleyenlerini; savaş sonrası Almanların toplama kamplarından habersiz olmalarını ve öğrenmek istememeleri gerçeğiyle yüzleştiriyor.

Alman sineması, 19002lerin ihtişamından sonra hiçbir dönemde  Avrupa’nın en güçlü sineması olamadı. Uzun süre Fransız ve İtalyan sinemalarının gölgesinde kalan bir seyirde yoluna devam etmeye çalıştı. Çok başarılı yönetmenler yetiştirse de birçoğunu uzun süre Hollywood’un renkli dünyasına kaptırdı. 2000 sonrasında ise yeni yetişen yönetmenlerin Almanya’nın sancılı tarihine yönelmesiyle umut veren, zengin bir Alman sinema tarihinin oluşmaya başladığı söyleyebiliriz.

*Ayrıntılı bilgi için

Alman Sineması,Rıza Oylum, Seyyah Kitap, 

alman

 

 

 

 

 

Rıza Oylum

1984 İstanbul doğumlu. İstanbul Kültür Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde lisans, Trakya Üniversitesi’nde aynı alanda yüksek lisans eğitimi aldı. Varlık, Virgül, Agora, Cumhuriyet Kitap, Film Arası, Kitapçı ve Edebiyathaber.net gibi farklı mecralarda sinema ve edebiyat merkezli metinler yayımladı. Uzakdoğu Sineması, Rus Sineması, Alman Sineması, Ortadoğu Sineması, Dünya Yönetmenlerinden Sinema Dersleri, Doksanlar, Dünya Yazarlarından Yazarlık Dersleri, İran Sineması ve Film Gibi Geçti-Ediz Hun kitaplarını yazdı. Ulusal ve uluslararası festivallerde jüri, küratör ve yayın editörü görevlerinde bulundu. Türkiye’de ve yurtdışında ülke sinemaları üstüne konferanslar verip workshoplar yaptı. Halihazırda Üsküdar Üniversitesi’nde öğretim görevlisi, Gazete Duvar’da köşe yazarı ve Seyyah Kitap’ın genel yayın yönetmeni olan Oylum; Türkiye PEN Yazarlar Derneği, FIPRESCI (Uluslararası Film Eleştirmenleri Federasyonu) ve FEDERO (Avrupa ve Akdeniz Film Eleştirmenleri Federasyonu) Üyesidir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Alman Sineması

Hollywood’un Tutunamayan Almanları: 2000 Sonrası Gidenler

Savaş sonrasının neredeyse bütün önemli Alman yönetmenlerinin adeta güçlü bir süpürge gibi kendine çeken Hollywood, neredeyse hiçbirinin yerel özelliğini korumasına, politik kimliğini yansıtmasına imkân vermeden onları sıradan, isimsiz yönetmenlere dönüştürüyor. Alman yönetmenlerinin Amerika macerası ticari olanla estetik olanın yumuşak geçişli bir yolculuğunda gelinen noktanın hiç de hayal edildiği gibi olmadığını yansıtması namına oldukça ibretlik. Hollywood´un […]

Devamını Oku
Alman Sineması

JoJo Rabbit’ten Teneke Trampet’e Faşizmin Büyüttüğü Çocuklar

Jojo Rabbit, mizahı ve başarılı oyunculuklarıyla da izlenmeyi hak eden bir yapım. Ancak Nazi dönemini Almanların kendilerinden izlemek isteye

Devamını Oku
Alman Sineması Edebiyat Uyarlamaları

Teneke Trampet uyarlaması: Büyümeyen Oskar’ın isyanı

2015’te ölen Alman yazar Günter Grass, en bilindik eseri Teneke Trampet’i 1959’da yayımlamıştı. Roman 1979’ta Alman yönetmen Volker Schlöndorff tarafından aynı isimle sinemaya uyarlanmıştı.

Devamını Oku