Amerikan film endüstrisinin birkaç yıldır eski heybetinden uzaklaştığı herkesin malumu. Bu çıkmaz sokaktan uzaklaşmak için Amerikalı yapımcılar birkaç yöntem üstüne yoğunlaşmayı denediler. Önce tarihi filmlere yöneldiler. Bu filmlerin ağır yapım maliyetleri ve eskisi kadar talep görmemesi üzerine alternatif arayışlarını sürdürdüler. Özgün senaryoların yazılamıyor oluşu film yapımcılarını kara kara düşündürmeye başlamıştı. Hemen hemen bütün temaların birçok kez denenmiş olması ve izleyicilerin klişelerden sıkılmış olmaları yapımcıların işini iyice zorlaştırmıştı. Bu durumdan çıkmak için yönetmen ve senaryo devşirme yöntemini kullanamaya başladılar. Latin ülkelerinden başarılı yönetmenleri, Uzakdoğu sinemasından da başarılı filmlerin senaryolarını satın almaya başladılar. Son yılların başarılı Hollywood yapımlarının önemli bir kısmı ya Latin yönetmenlerin elinden çıktı ya da Uzakdoğu menşeli filmlerin yeniden çevrileriydiler.
Beyaz perde için bu alternatifi kullanan yapımcılar televizyon dizilerine de ağırlık vermeye başladı. Sinema estetiğinde çekilen ve daha fazla ciddiye alınan projeler son yıllarda dünyanın her yerinde ilgiyle izleniyor. Genelde Amerikan iç piyasasına yönelik çekilen tv dizleri artık dış piyasayı da hesaba katarak yapılıyor. Konular da oldukça çeşitlenmeye başladı. Lost, Breaking Bad, Game of Thrones gibi ses getiren projeler sinema namına doğan boşluğu doldurmaya aday iddialı yapımlar oldu.
The Americans dizisi de çeşitlenen dizi yelpazesinde üçüncü sezonunu bitirmek üzere. Yayınlanan ilk bölümünde Showtime kanalının tarihinin en yüksek izlenme oranına ulaşmıştı. Dizi, Amerika’nın en önde gelen eleştirmenleri tarafından belirlenen Television Critics Association Awards ödüllerinden 2013 yılının En İyi Yeni Dizisi ödülüne de layık görülmüştü. The Americans; Soğuk Savaş döneminde 1980’li yılların başlarında, Ronald Reagan’ın ABD başkanlık koltuğuna geçmesinin hemen ardından; Washington, DC’de bir banliyöde çevreye iki Amerikalı görünümü veren ancak gerçekte iki KGB ajanı olan evli bir çiftin hikâyesini anlatıyor. Anlaşmalı evliliklerine rağmen, Soğuk Savaş dönemi daha yoğun ve hararetli bir hal aldıkça ikilinin birbirlerine olan bağlılıkları ve duyguları her geçen gün daha gerçekçi bir hal almaya başlıyor. Eski bir CIA ajanı olan Joe Weisberg tarafından yaratılan dizinin, her bölümü Amerika’da ortalama 4,3 milyon kişi tarafından izlendi.
Seksenlerde geçen dizide ayrıntılara önem verildiği hemen belli oluyor. Dönemin özelikleri, müzikler, kıyafetler, arabalar o yıllarda çekilmişçesine gerçekçi. Dizi seksenlerde geçince günümüze göre daha geleneksel istihbarat yöntemleriyle mücadele eden ajanlar görürüz. Dizide küçük fotoğraf makineleri, saatlere gizlenen dinleme cihazları bilgi almanın daha manüel bir dönemde nasıl yapıldığını bize hatırlatıyor.
Üçüncü sezonunda ajan çiftin ergen kızının yarattığı sorunlar son derece sıkıcı bir atmosfer yaratmakla birlikte seksenlerin tarihi olaylarını da dizide görmek olası hale geldi. Afganistan- Sovyet Savaşı ve bunun etkilerinin üçüncü sezonun önemli aksiyon konularından biri.
The Americans’da insan öğesi es geçilmemiş. Bireylerin kişisel özellikleri, insani yanları dizinin merkezinde yer alıyor. Küçük hatalar yüzünden iptal olan büyük oyunlar, bir anlık hırslarına yenilen ajanların karşı tarafa geçmeye mecbur kalmaları, dizide sıklıkla karşımıza çıkıyor. Çoğu istihbarat bilgisinin belki her zaman olduğu gibi kadın-erkek ilişkileri üzerinden elde ediliyor olması dizide de her bölümde gösterilen ayrıntılardan.
Dönemi hatırlamak isteyenler ajan, istihbarat işlerine meraklı olanlar için izlenebilirliği yüksek bir dizi The Amerikans. Ne var ki hemen her Amerikan projesinde karşımıza çıkan Amerika’ nın kutsanması bu dizide bizi yalnız bırakmıyor. Soğuk Savaş döneminde çekilen filmlerde Amerika-Sovyet ilişkileri anlatılırken daha siyah beyaz bir tablo çıkardı karşımıza. Amerikalılar iyi, duyarlı, özgürlükçü olurken; zalimlik, duyarsızlık, insanlığından çıkmışlık sürekli Sovyet vatandaşlarına reva görülürdü. Bu dizide bu durum bu kez daha derinden ve görünür olmadan yapılmış. Biraz daha gri bir tablo ortaya konulurken alt metinde “ah bu Ruslar yok mu Ruslar” demekten kendimizi alamayız. KGB ajanı olan kadın daha eğitim alırken tecavüze uğrar; üstelik daha sonra anlarız ki bu rutin bir uygulamaymış. Başka bir kadın ajan” Tanrıya dua ettim” derken arkasından ekler “ona inanmasam da” klasik Amerikan politikalarının temel dayanağı olan “her türlü ahlaksızlık, inançsızlık Sovyetlerden çıkar” ideası bu yapımda da bizim peşimizi bırakmaz. Bu ön kabulle izlenip dizinin açmazlarından haberdar olunursa dönemi yansıtan, gerçekçi ayrıntıları olan çift taraflı bir kedi-fare oyunu bizi bekliyor.