Hollywood’un Son Alman Transferi Dennis Gansel ve Filmleri

Almanya dolaylarında ucu Hollywood’a çıkan koca bir kara delik var. Alman sinemasında hatırı sayılır bir kariyer yapanların önemli bir kısmı soluğu Hollywood’da aldı. Herzog, kısa bir süre için Haneke, Oscar ve Altın Palmiyeli Teneke Trampet’in yönetmeni Volker Schlöndorff, Das Boot‘un yönetmeni Wolfgang Petersen, Wim Wenders, Koş Lola Koş‘un yönetmeni Tom Tykwer  Hollywood’a yelken açanlardan en bilinenleri. Herzog, Los Angeles ve Munih hattında gidip geliyor.  Tom Tykwer  da giderek aşağıya doğru inen bir ivmeyle şansını denemeyi sürüdürüyor. Onun dışındakiler Avrupa’ya geri döndüler. Zira Hollywood’da yerelliği, kimliği, bireyselliği korumak diye bir önerme yok.  Yapımcıların son transferi ise genç ve başarılı Alman yönetmen Dennis Gansel oldu.

Kasım 2016’da vizyona giren Suikast filminde kamera arkasına geçen yönetmenin Almanya’da çektiği filmler oldukça başarılı işlerdi. Jason Statham, Jessica Alba ve Tommy Lee Jones gibi popüler isimlerle çalıştığı bu filminde aksiyon dolu bir yapım ortaya koymuş. Basit bir denklem üzerine yüksek tempolu bir aksiyonla inşa edilen film, çok izlenen yapımlardan biri oldu. Ne var ki Hollywood klişeleriyle oluşturulmuş senaryosuyla derinlikten uzak, yüzeysel bir yapım olarak Hollywood’a yelken açan yönetmenlerin nasıl işlerde çalışması gerektiğine güncel bir örnek oluşturdu.

1973’de o dönem Doğu Almanya’ya bağlı olan Hannover şehrinde doğup büyüyen Gansel, Münih Film Okulu HFF’de okudu. 17 yaşından beri film çeken yönetmen, çok sayıda kısa filmden sonra 2001’de ilk uzun metraj filmi Mädchen, Mädchen‘i (Kızlar, Kızlar) çekti. Bir grup voleybol oyuncusu genç kadının ilk cinsel deneyimleri ve çevreleriyle iletişimlerine odaklanan film, bir erkekten beklenmeyecek kadar kadın filmiydi.

Napola: Faşizm Geleceğini Yetiştiriyor

Yönetmenin 2004’te çektiği Napola, II. Dünya Savaşı’nda Naziler’in Napola adıyla kurdukları geleceğin bürokratlarını yetiştirdikleri okullardan birindeki gencin yaşamını konu alıyordu. 17 yaşından itibaren eğitime alınan gençlerin, yeni Almanya’nın bürokratik elitleri olarak yetiştirilme süreçleri ve yurt yaşantıları beyaz perdeye yansıtılmıştı.  İlk filminde genç kızların yaşamına odaklanan yönetmen bu kez de genç erkeklerin dünyalarına girdi. Çok bilinmeyen bir örgütü ilk defa sinemaya taşıyan Gansel, özellikle 2000’lerin başında adeta furyaya dönen Nazi dönemi filmlerine özgün bir yapım katmıştı.

01_welle_popup

Kült Bir Alman Filmi: Dalga

2008’de ise büyük ses getiren projesini gerçekleştirdi. Todd Strasser’in aynı isimli romanından uyarlanan Dalga isimli film, kısa sürede kült mertebesine erişti. Film, 1967 yılında Kaliforniya’da yaşanmış gerçek bir olaydan hareketle 1981’de yayınlanan romandan uyarlandığında kısa sürede 2.3 milyon kişinin izlediği bir yapıma dönüştü. Almanya’da bir okulda öğretmen olan Rainer Wenger’e (Jürgen Vogel), proje haftasında anarşi dersine girmek istemesine rağmen otokrasi dersi verilir. Anarşist kişilikli öğretmen, istemeye istemeye bu dersi öğrencilerine anlatmanın keyifsizliğini yaşayarak ilk derse başlar.  Derste öğrencilerin birçoğu Hitler’in kötü deneyiminden sonra bir daha Alman topraklarında otokratik fikirlerin yaşamayacağına inanmışlardır. Rainer, en faydalı öğrenme biçimi olan yaparak ve yaşayarak öğrenme yöntemini kullanarak otokratik bir grup kurmayı önerir. Kendisini lider ilan eden Wenger, öğrencilerine önce birey olarak değil grup olarak hareket etmeyi öğretir. Aidiyet problemleri yaşayan öğrenciler, bir gruba ait olma fikrini fazlasıyla benimserler. Herkesin beyaz gömlek giymesi, grubun bir logosunun olması, hatta bir çeşit selamlaşmanın bile bulunmasıyla grup iyice ete kemiğe bürünür. Faşizm, semptomlarını göstermeye başlıyordur. Dalga ismini alan grup, giderek kendilerinden olmayanlara zorbaca davranmaya başlarlar. Grubu, otokrasinin ne denli zararlı bir fikir olduğunu öğretmek için ortaya çıkaran öğretmen, iplerin hızlıca elinden kaydığını gördüğünde artık çok geçtir.

Nazi döneminde Hitler’e karşı mücadele eden Beyaz Gül hareketi gibi Dalga grubuna karşı da gruba dahil olmayan iki öğrenci seslerini yükseltirler. Yöntemleri de benzerdir. Bildiri dağıtıp tehlikenin duyurulmasını sağlamaya çalışırlar. Ne var ki tehlike artık fiziksel şiddet eylemlerine dönüşmüştür.

İstanbul Uluslararası Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü alan film, faşizmin şuursuz kitleler üzerinde nasıl kısa bir sürede yayılabileceğini gösteren, eğitim sistemlerinin çerçevesini sorgulatan oldukça çarpıcı bir yapım.

2008’de dönemin furyasına uyarak bir vampir filmi de çeken Gansel, kadınlardan oluşan bir vampir çetesini sinemaya taşıdı. Kan içmeye doymayan kadın vampirler lüksten de vazgeçmiyorlardı. Avrupa’nın ışıltılı gece yaşamında ansızın kaşınan dişlerini zengin erkeklerin kanlarıyla buluşturuyorlardı.

1720_43830_l

Devlet Medya İlişkileri: Dördüncü Kuvvet Medya

Almanya’daki son filmi, Moskova’da geçen bir politik aksiyon filmiydi. Dördüncü Kuvvet isimli yapımda babasının izinden Rusya’ya giden Alman bir gazetecinin başından geçenler dönemin politik atmosferinin başarılı bir biçimde resmedilmesiyle sunuluyordu.

Rusya’nın doksanlarında gazeteciliğin nasıl bir seyirde devam ettiğini anlatan filmin başrollerinde Alman filmlerinin popüler oyuncusu Moritz Bleibtreu yer almıştı. Fatih Akın’ın Soul Kitchen filminde gurbetçi bir Türk’ü canlandıran oyuncu,  Der Baader Meinhof Komplex’de ise Alman RAF örgütünün kurucusu Andreas Baader rolündeydi.  Lola Rennt’te de rol alan oyuncu Alman sinemasının en tanınan karakter oyuncularının başında geliyor.

Filmde, Almanya’dan kalkıp Rusya’ya gelen gazeteci Paul Jensen’in Rusya’da yaşadıkları anlatılıyor. Popüler bir magazin dergisinde editörlük teklifi üzerine Rusya’ya gelen Paul’un babası da aynı ülkede gazetecilik yapmıştır. Ancak yakışıklı gazeteci babası gibi politik bir muhabir olmak yerine magazin sayfaları hazırlayıp gece partilerinde boy göstermeyi seçmiştir. Moskova’ya adım attığı ilk andan itibaren Rusya’nın Sovyet sonrası döneminin ilk yıllarında oluşan yeni sosyeteyle ilişkilerini kuvvetlendirirken, bir süre sonra Rusya’nın görünmeyen yüzüyle de tanışmaya başlayacaktır. Zira soğuk bir Moskova sabahında işe giderken hemen yanı başında politik bir derginin yazarını tek kurşunla öldürdüklerine tanıklık eder. Batı demokrasisine alışmış olan genç Alman, kısa süreli bir şoka girer. Ruslar ise kayıtsızca yürümeye devam ediyordur. Sokak ortasında gazeteci ölümüne alışkın olan biz yerli izleyiciler de aynı tablo karşısında Ruslar gibi sıradan davranırdık kuşkusuz.

Magazin dünyasının ışıltılı hayatından arta kalan vakitlerinde tanıştığı Rus politik aktivist Katja, Paul’u Rusya’nın politik dünyasıyla buluşturur. Gösteriler, ev partileri, küçük, sıcak bar köşeleri… Bu yeni ortam, Paul için güzel Katja ile cazibesini her gün biraz daha artırırken, Alman gazetecinin bu yeni çevresi devlet büyüklerinin hiç de hoşuna gidecek türden değildir. Rusya gibi devlet aygıtlarının kollarının nerelere kadar uzanacağı belli olmayan bir coğrafyada, Paul hiç beklemediği bir anda metroya bomba koymak suçuyla hapishaneyi boylar. Filmin bundan sonrası, yeni bir Rusya gerçeğini daha gözler önüne seriyor. Çeçenlerle aynı koğuşa koyulan genç gazeteci, neye uğradığını şaşırmış halde bir çıkış yolu aramaya başladığında oldukça gerçekçi bir hapishane ortamı bizi sarıp sarmalamaya başlar.

Bir yolunu bulup hapishaneden salıverildiğinde ise kime güveneceğini şaşırmış halde Moskova caddelerini arşınlayıp saklanacak yer bulmaya çalışmasını izleriz. Siyasi bağlantıların muhalif gibi görünen aktivistleri bile devlet ajanına çevirdiği bir ülkede; Almanya’dan gelen bir gazetecisinin bozulmuş ezberleriyle koşuşturması yüksek tempolu bir aksiyonun içine bırakıverir bizi. Rusya’da devlet terörü, basına uygulanan sansür, terör yasalarının geçmesi için ortalıkta patlatılan bombalar… Rusya gerçeğinin ortasına düşen gazeteci, canını kurtarmakla gazeteciliğin etik değerleri arasında kalır.

Dennis Gansel, devlet ve terörün yakın ilişkileri üstüne oldukça gerçekçi sahneler içeren, aksiyonlu, ezber bozan bir yapıma imza atmış. Özellikle hapishane sahneleri oldukça etkileyici olan Dördüncü Kuvvet, Çeçen gerçeğini de sinemaya taşıyan az sayıdaki filmden biri olarak göz dolduruyor. Umarım Dennis Gansel Hollywood yolunda; sıradan, kuru aksiyonlar içinde özgünlüğünü daha fazla kaybetmeden kendi coğrafyasına dönüp yerel özellikleriyle filmler yapmaya devam eder.

 

 

Rıza Oylum

1984 İstanbul doğumlu. İstanbul Kültür Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde lisans, Trakya Üniversitesi’nde aynı alanda yüksek lisans eğitimi aldı. Varlık, Virgül, Agora, Cumhuriyet Kitap, Film Arası, Kitapçı ve Edebiyathaber.net gibi farklı mecralarda sinema ve edebiyat merkezli metinler yayımladı. Uzakdoğu Sineması, Rus Sineması, Alman Sineması, Ortadoğu Sineması, Dünya Yönetmenlerinden Sinema Dersleri, Doksanlar, Dünya Yazarlarından Yazarlık Dersleri, İran Sineması ve Film Gibi Geçti-Ediz Hun kitaplarını yazdı. Ulusal ve uluslararası festivallerde jüri, küratör ve yayın editörü görevlerinde bulundu. Türkiye’de ve yurtdışında ülke sinemaları üstüne konferanslar verip workshoplar yaptı. Halihazırda Üsküdar Üniversitesi’nde öğretim görevlisi, Gazete Duvar’da köşe yazarı ve Seyyah Kitap’ın genel yayın yönetmeni olan Oylum; Türkiye PEN Yazarlar Derneği, FIPRESCI (Uluslararası Film Eleştirmenleri Federasyonu) ve FEDERO (Avrupa ve Akdeniz Film Eleştirmenleri Federasyonu) Üyesidir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yönetmenler

Christian Petzold Sineması: ‘Kişisel Olan Politiktir’ 

Christian Petzold’un filmlerinin izini sürenler modern Almanya’nın içinde politik ve kültürel bir yolculuğa çıkabilir. Özellikle Berlin’in mimarisi, sokakları, kırsalı, ormanları Christian Petzold’un sinemasında bizi bekleyen hikâyeye odaklı bir görselliğin kilometre taşlarını oluşturuyorlar. Umarım biz de ülkenin tarihi dönüşümünü ve insan hikâyelerini estetize bir filmografiye dönüştüren yerli bir yönetmen yetiştirebiliriz.  Kasım ayından başlayarak MUBI Türkiye, kataloğuna […]

Devamını Oku
Yönetmenler

Sinemanın Sosyoloğu: Yavuz Turgul

Yavuz Turgul’un hem senaryosunu yazdığı hem de yönetmenlik yaptığı filmler bütünlüklü olarak incelendiğinde, ülkenin toplumsal dinamiklerinin temel dayanağı olan köyden kente göçün yarattığı travmatik hali ve bu travmanın İstanbul’a etkilerini görebiliriz. Filmlerin oluşturduğu bu görsel sosyoloji dersi, kişisel hikâyelerle fazlaca hemhal olan yeni yönetmenler için de yeniden keşfedilmeyi bekleyen bir hazine olmayı sürdürüyor. Geçtiğimiz yıl […]

Devamını Oku
Yönetmenler

Faşizme Teslim Olmayan Yönetmen: Fritz Lang 

Nazilerin 1933’te iktidarı ele almalarından hemen önce 1932’de çektiği “Dr. Mabuse’ın Vasiyeti”, yasaklanan ilk filmlerden biri oldu. Faşizmin ayak sesleri yükselmeye başlayınca Lang’ın sürgün günleri de başlamıştı. Filmlerinin senaryosunu yazan karısından boşanan yönetmen, onun Nazi partisine üye olmasıyla şok yaşayıp Paris’e, oradan da Hollywood’a gitti.  5 Aralık 1890’da Viyana’da doğan Fritz Lang,  hâlâ sinema tarihinin […]

Devamını Oku