23 Mart’ta 79 yaşına giren Michael Haneke, istikrarlı filmografisi ve eskimeyen sinematografik dertleriyle modern toplum yapısının korunaklı alanlarına estetik oklar yollamayı sürdürüyor. Haneke’nin filmografisi, insanlığın modern dertlerini gün yüzüne çıkaran sert bir rüzgarı andırıyor.
TELEVİZYONDAN SİNEMAYA GEÇİŞ
Haneke üstüne okumalar yaparken zihnimde yeni bir yazı konusu oluştu: “Televizyonda yetişen yönetmenler” Avrupa kanalları özellikle yetmişlerden seksenlere uzanırken sinema için oldukça önemli bir lokomotif görevi görmüşler. Rüştünü ispatlama imkanı bulamamış çok sayıda genç yönetmen televizyon kanallarının tanıdığı imkanlar dahilinde çalışma olanağı bulmuş. Haneke de bunlardan biri. Televizyonların, günümüzün sinema ortamında kendine yer edinmiş hangi yönetmenler için önemli bir okul görevi gördüğünü ise başka bir yazının konusu yapmalı.
Münih’te doğan Haneke Viyana Üniversitesi’nde psikoloji, felsefe ve tiyatro eğitimi gördükten sonra 1967-1970 yılları arasında editör ve dramaturg olarak Alman televizyon kanalı Südwestrundfunk’ta çalıştı. 1970’li yıllarda televizyon için 2 film çektikten sonra Berlin, Münih ve Viyana’da bir dizi tiyatro oyununu yönetti. 1989’dan itibaren sinema filmleri çekmeye başladı. Almanya, Fransa, Avusturya ve ABD merkezli 13 filmin yönetmeni olan huzursuz akşamların yönetmeni Haneke 80’ine merdiven dayamış halde üretimine devam ediyor.
SİNEMAYA İLK ADIM YEDİNCİ KITA
Haneke sinema için yaptığı ilk uzun metraj film olan Der Siebente Kontinent’i (Yedinci Kıta) 1989’da çekti. Bu film ‘glacial trilogy’ (duygusal buzlaşma üçlemesi) diye adlandırılan üçlemesinin ilk filmiydi. Avusturya’da yaşayan küçük bir ailenin şehir hayatının içinde yaşadıkları yabancılaşmayı anlatan Haneke, daha sonraki filmlerinde olduğu gibi durağan ve zorlayıcıydı.
Anne ve babasının ilgisizliğinden sıkılan Eva, ilgi çekmek için kör olduğunu söyler. Eva’nın bu durumunu görünce yaşadıkları hayatın sıradanlığını ve anlamsızlığını fark eden baba Georg ve eşi Anna, tatile çıkacaklarını duyurup kendilerini eve kapatırlar. Planları, önce bütün eşyalarını, anılarını yok edip ardından “anlamsız” hayatlarından ebediyen kurtulmaktır.
Michael Haneke, çekirdek bir aile üzerinden gelişmiş toplumlardaki modern şehir yaşamının, aile yaşantısının monotonluğunu, yozlaşmışlığını ve izolasyonunu çarpıcı bir dille beyazperdeye taşır.
Aile evdeki bütün eşyaları kırıp kullanılmaz hale getirir. Unutulmaz sahnesi ise bütün paralarını sabırla klozete atıp şifonu çekme sahneleridir. Kapılarına gelen telefon şirketi çalışanlarıyla yaşadıkları diyalog da toplumun bireyle kurduğu ilişkideki kuşatılmışlığın fotoğrafı gibidir. Telefon şirketinin çalışanı evin zilini çaldığında kapıyı açan baba Georg, rahatsız edilmek istemediklerini söyler, buna karşılık telefon şirketi çalışanı eve girmek ister. Zira kimsenin telefona bakmamak gibi bir hakkı yoktur. Telefonlara cevap vermiyor olmaları şikâyet konusu olmuştur. Önce evin eşyalarını yok eden aile daha sonra yaşamlarını sonlandırarak çaresizliklerine kendi çarelerini bulurlar.
Doksanları Almanya-Avusturya hattında geçiren yönetmen 5. sinema filmi Funny Games-Ölümcül Oyunlar’ı çektiğinde korunakla yaşamların her an sarsılabileceğini sert biçimde gözler önüne sermişti.https://www.youtube.com/embed/GR6KCqkEF7I&feature=emb_title
ÖLÜMCÜL OYUNLAR: HER AN KAPINIZ ÇALINABİLİR
Yönetmen 1997’de Duygusal Buzlaşma üçlemesinin son filmi Funny Games-Ölümcül Oyunlar’ı çekti. Haneke’nin şiddetin sıradanlığına ve görsel bir ziyafetmişçesine, genel izleyici kitlesi tarafında hazla izlenmesine karşı çıkmak adına beyaz perdeye taşıdığı Ölümcül Oyunlar’da; evlerine davetsiz bir şekilde gelen gençlerin şiddetine maruz kalan bir ailenin yaşadıklarını görürüz. Şiddet temalı özellikle Hollywood filmlerinde iyilerin her zaman kazanıp kötülerin alt edildiği filmlere alışmış izleyici için karamsar ve iç burkan bir yapım olan filmde, iyiler ve kötülerin savaşında kazanan taraf izleyiciyi memnun etmeyecektir.
Haneke, şiddetin keyifle izlenen bir aksiyon unsuru olmasının eleştirisini yaparken; burjuva sınıfının korunaklı hayatını da alaşağı eder. Şiddete maruz kalan aile güvenli evlerinde, son derece korunaklı hayatlarına yaşayan orta sınıf bir ailedir. Golf oynamaya giden aile bireyleri eve geldiklerinde mutlu bir azınlığa ait bir eğlence aracı olan golf sporunun toplarıyla zulme maruz kalırlar. Haneke, golf aletleriyle aile bireylerine uygulanan şiddeti resmederken, golf eğlencesinin sahiplerinin kendi unsurlarıyla bu şiddetten nasiplendiklerini imgeler. Genelde böylesi şiddet eylemlerinde yaygın olan bir beyzbol sopasıyla değil de golf sopasının kullanımı kuşkusuz bilinçli bir tercihtir. Beyzbol sopası toplumun geniş kesimlerinde kullanılırken, golf sopası sadece seçkinlerin oyuncağıdır.
Filmin en orijinal tarafı kuşkusuz şiddet uygulayıcısı gençlerin izleyiciyle kurdukları temastır. İzleyiciyi, uyguladıkları şiddetle mutlu etmeleri gerektiğini söyleyen gençler, kazara şiddet unsuru ev ahalisini eline geçtiğinde kumandayla filmi geri sararak bu oyunda kaybedenin kendileri olmayacağını ve izleyenleri huzursuz etmeyi sürdüreceklerini göstermiş olurlar. Haneke, bu sahneyle tüketim toplumunun şiddet meraklılarına haklı gördükleri ve kendileriyle özdeşleştirdikleri aile bireylerinin, filmin kaybedeni olduğunu net olarak göstermek ister.
Yönetmen, Ölümcül Oyunlar’ı, izlemesini istediği kitle olarak gördüğü Amerikan toplumuna Almanca olarak ulaşamadığını görünce, filmi çektikten 10 yıl sonra Amerikalı yapımcıların teklifini kabul edip aynı sahne planıyla İngilizce olarak Amerikalı oyuncularla yeniden filmi beyaz perdeye taşıdı. Şiddet meraklısı Amerikan izleyicisine “keyif alarak izlediğiniz, nedensizce uygulanan şiddet, sizin başınıza da gelebilir” demişti.
FRANSA’DA BİR ALMAN
Funny Games filminden sonra Haneke’nin Fransa dönemi başladı. Ünlü oyuncularla birlikte çalıştığı bu dönemin ürünleri sırasıyla Code inconnu: Récit incomplet de divers voyages (Bilinmeyen Kod) (2000), La Pianiste (Piyanist) (2001), Le temps du loup (Kurdun Günü) (2003) ve Caché (Saklı) (2005) filmleriydi. Caché ile Cannes Film Festivali’nde En İyi Yönetmen Ödülü’nü aldı. Daha sonra tekrar kendi topraklarına dönen yönetmen, Almanya’da çektiği The White Ribbon (Beyaz Bant) (2009) filmiyle Cannes’da bu kez En İyi Film Ödülü’nü aldı. Derinlikli filmin çekim öyküsünü anlatan yönetmen, yönetmenliğin zorluğunu resmeder:
“Çekeceğiniz sahneler inandırıcı olmalı. Beyaz Bant filmini çekerken referanslarımızdan biri o dönemdeki siyah-beyaz fotoğraflardı. Bu yüzden kastı oluştururken özellikle filmdeki ekstraları, anlatmaya çalıştığımız tarihi ve toplumsal içeriği verebilecek eski görünümlü yüzler aradık. Enteresandır, bugünün Alman çiftçileri arasında aradığımız özellikte yüzler bulamadık. Sanırım şu anki koşullar eskisi kadar zor değil, bu yüzden rüzgâr ve mevsim koşulları insanların yüzlerinde eskisi gibi derin izler bırakmıyor. Bu yüzden kilisede ve hasat şenliğindeki çiftçileri oynayacak figüranları bulmak için Romanya’ya gitmek zorunda kaldık. Onları arabayla alıp çekim için 2000 km uzaklıktaki sete getirdik. Çocuklar için de durum aynıydı. Sadece yetenekli değil aynı zamanda vermek istediğimiz çocuk görüntüsüne sahip ve rolünü inandırıcı şekilde yerine getirebilecek çocuklar aradık. Bu nedenle kast için 7000 çocukla görüştük. Çok uğraştık ama buna değdi.”
ZOR FİLMLERİN YÖNETMENİ
Kendi filmlerini “kimsenin kolayca ve içi rahat bir şekilde seyredemeyeceği filmler” olarak yorumlayan yönetmen, seyirciye hazır şablonlar sunmaz:
“Bir yönetmen olarak gücünüzü sorumlu bir şekilde kullanmak zorundasınız. Seyirciyi kendinizi ciddiye aldığınız kadar ciddiye almanız gerekir. Tabi ki ana akım sinema bunu yapmıyor. Ana akım sinema izleyicilerin arzularını yerine getirirken onları sömürüyor. Tek yaptıkları izleyicilerin cüzdanlarına girip onların paralarını almaktır. Eğer sinemayı bir sanat akımı olarak düşünüyorsanız – tartışılacak konulardan biridir, ben kesinlikle sanat olarak görüyorum- o seyirciye karşı kendinize gösterdiğiniz saygının aynısını göstermelisiniz.
Bana cevaplar sunan bir film izlediğimde sıkılıyorum, çünkü biliyorum ki basit cevaplar, açıklamalar bizim dünyamızda yok. Filmlerinizde seyircinin hayal gücüne yönelmelisiniz. İzleyicileri filme dâhil etmelisiniz. İzleyiciler filmlerinizi kendileri tamamlamalılar.”
Amerika’da Ölümcül Oyunları tekrar çektikten sonra Fransa’ya dönen Haneke, 2012’de Amour (Aşk) filmiyle Altın Palmiye Ödülü’nü yeniden kazanmıştı. 2017’de Mutlu Son filminde bilindik temalarına devam etti. Artık filmografisinde Fansa’nın belirgin bir ağırlığı oluşmuştu.
OSCAR YARIŞINDA PAYLAŞILAMAYAN İSİM
Haneke’nin 1990’larda çektiği filmler Almanya ve Avusturya arasında Oscar yarışında hangi ülkeyi temsil edeceği noktasında sürekli bir yarışın olduğu filmlerdi. Hem Almanya hem da Avusturya’dan yapımcıları olan Haneke’nin 2000 sonrasında Fransa’da film çekmeye başlamışıyla Fransa namına da Oscar yarışında ismi geçmeye başlamıştı. 10 kez filmleriyle Oscar’a üç ülke namına aday olan Haneke, Fransızca çektiği Aşk filmiyle Avusturya namına En İyi Yabancı Film dalında Oscar ödülünün sahibi oldu.
HUZURSUZLUĞUN SİNEMASI
Haneke, filmlerinde modernizmin getirdiklerini farklı bir bakış açısı ile değerlendirir. Kapitalizmin insan üzerindeki tahribatını, psikolojik buhranları beyaz perdeye taşır. Oldukça ağır bir tempoda devam eden Haneke filmleri, vermek istediklerini oldukça gizleyerek yapar. İzleyiciyi sadece tüketici olarak görmez. Filmle birlikte düşünmesini ve filmin havasını hissetmesini ister.
Haneke filmlerini tanımlarken ideolojilere bakışını da ortaya koyar: Bir fikir ne zaman ki ideolojik olarak yükseliyorsa orada bir tehlikenin olduğunu düşünüyorum. Fikirlerin birçoğu oldukça olumlu özellikler taşıyor sözgelimi; komünizm olumlu bir fikirdir fakat komünizm milyonlarca insanın ölmesine sebep oldu. Birçok insanın hayatına bu fikirle yok oldu. The Gospels (Hıristiyanlığın esasları) olumlu mesajlar barındıran bir öğretidir fakat Haçlı Seferleri de birçok insanın ölümün zemin hazırlamıştır. Benim filmlerimin her zaman ilgilendiği soru “insanları nasıl koşullandırırsan insanlar bir ideolojiyi takip etmeye hazır olurlar?” Derin bir huzursuzluk, derin bir toplumsal hoşnutsuzluk, savunmasızlık duygusu içinde insanlar kendilerini kurtaracak bir dal ararlar. Bu dal genellikle ideolojilerdir.
80’ine merdiven dayayan Haneke, bütün milletlerden öte insanın evrensel varoluş sorunlarına değinen, uluslararası bir isim olarak; şehir hayatı, modern dünya, burjuva insan ilişkileri ve tüketim toplumunun sancılarını kendine dert etmiş üstün bir yaratıcı.