Savaş sonrasının en önemli yönetmenleri olan isimler, nitelikli, estetik filmler çektikten sonra Hollywood’da, kimi zaman bir filmlik kimi zaman da kariyerleri boyunca çeşitli projelerde yer aldılar. Haneke ve Herzog gibi farklı bir bilinçle davrananların dışında hemen hepsinin estetiği zarar görüp istedikleri kariyeri elde edemediler. Haftaya yeni kuşaktan yolu Hollywood’a düşenlerin kariyerlerine odaklanacağım…
Fritz Lang gibi Nazi baskısından kaçanların yanında savaş sonrası dönemde doğan Wolfgang Petersen, Wim Wenders, Werner Herzog, Volker Schlöndorff, Michael Haneke, son dönemden Tom Tykwer, Dennis Gansel ve Florian Henckel von Donnersmarck yolu Hollywood’la kısa ya da uzun bir şekilde kesişen Alman yönetmenlerden.
NAZİLER İKTİDARA, FRITZ LANG SÜRGÜNE
Savaş Sonrası kuşağın Hollywood macerasına girmeden önce Alman sinemasının efsane ismini hatırlamakta fayda var.1.Dünya Savaşı sonrası film çekmeye başlayan yönetmenlerden biri olan Fritz Lang yolu Amerika’ya düşen Alman yönetmenlerin ilklerinden. İki savaş arasında inşa ettiği sineması savaşın ayak sesleri gelmeye başladığında yurtdışında devam etmişti. Nazilerin 1933’teki iktidarı eline almalarından hemen önce 1932’de çektiği Dr. Mabuse’ın Vasiyeti, Nazilerin yasakladığı ilk filmlerden oldu. Faşizmin ayak sesleri yükselmeye başlayınca Lang’ın sürgün günleri de başlamıştı. Filmlerinin senaryosunu yazan karısından boşanan yönetmen, onu Nazi partisine kaptırıp kendisi Paris’e, oradan da Hollywood’a gitti. MGM stüdyolarında çalışmaya başladı. 1950’ler boyunca Hollywood’da çalışma zorlukları yaşayan Lang, Almanya’ya dönerek son Dr. Mabuse filmini 1960’da Almanya’da çekti.
SAVAŞ SONRASININ ÇOCUKLARI: VOLKER SCHLÖNDORFF
Günter Grass’ın meşhur romanı Teneke Trampet’in yönetmeni Volker Schlöndorff yolu Amerika’ya düşen savaş sonrasının yönetmenlerden biri. 1939 doğumlu yönetmen, 1979’da Teneke Trampet’i çekti. Film En İyi Yabancı Film dalında Oscar ve Cannes’da Altın Palmiye Ödülü dahil 10’dan fazla ödül kazandı. Schlöndorff artık uluslararası bir yönetmendi. Seksenlerin başında Fransız ortaklı filmler çekmeye başladı. 1985’de Arthur Miller’ın Satıcının Ölümü’nü Amerika’da televizyon filmi olarak çekti. Nitelikli bir uyarlamayla başlayan Amerika hikâyesi, doksanların başına gelindiğinde ticari işlere dönüşmüştü. Almanya’nın saygın yönetmeni Amerika’da televizyon projelerinde harcanıyordu. 2000’ler yaklaşırken Schlöndorff Berlin uçağına tek gidiş biletini almış halde Amerika’da havalimanının yolunu tutmuştu. 2000 sonrası kariyerine baktığımızda Amerika’ya gitmeden önce yaptığı gibi Almanya’nın 20. yüzyılda yaşadığı politik dönüşümü merkeze alan ve çoğu edebiyat uyarlaması olan filmler çekmeye kaldığı yerden devam ettiğini görüyoruz.
TASNİFLER DIŞI İSİM: HERZOG
Alman sinemasının en kendine has isimlerinden biri olan Werner Herzog da yolu Amerika’ya düşen yönetmenlerden biri. Onun hikayesi öteki yönetmenlere benzemiyor. 1942 doğumlu Herzog, kurgu ve belgesel projeleriyle tek merkezli olamayan dünyanın farklı yerlerinde projeler yürüten bir yönetmen. 1974’te sinema eleştirmeni dostu Lotte Eisner’in hasta olduğunun haberini alıp onun için Münih’ten Paris’e yürüyen Herzog’un sineması her döneminde tek merkezli bir estetik anlayışa sığmayacak kadar zengin. Uzun yıllardır Los Angeles’ta yaşayan Herzog Amerikan estetiğin dışında istisna bir isim.
HANÇERİ SAPLA VE DÖN: HANEKE
Aynı dönemin yönetmeni Michael Haneke de artık Fransız sinemasına dahil olmuşa benziyor olsa da, Amerikan hayat tartının eleştirisi için 1997’de çevirdiği Funny Games-Ölümcül Oyunlar filmini 2007’de Amerika’ya gidip yeniden çekmişti. Neyse ki Haneke’nin Amerika projesi sadece hançeri saplayıp Avrupa’nın estetik sularına tekrar dönme üstüne kurgulanmıştı.
DENİZALTI’YLA GİDİP TİCARİ SİNEMAYA DEMİRLEDİ: WOLFGANG PETERSEN
Alman sinemasının Hollywood’a armağan ettiği önemli yönetmenlerinden biri de Wolfgang Petersen’dı. 1979’da Das Boot-Denizaltı filmini çeken yönetmen, bir denizaltıda sıkışmış Alman askerlerinin psikolojik yapısını propagandist olmayan bir dille unutulmaz bir sinema ziyafetine dönüştürmüştü. Film Oscar yarışında 6 dalda aday olarak en çok adaylığı olan Alman filmi rekorunu da hâlâ elinde bulunduruyor. Bu filmden sonra kariyerine Hollywood karasularında devam etmek isteyen yönetmen, ne yazık ki böylesi bir filmi bir daha çekemedi. 2. sınıf aksiyon-bilimkurgu filmlerinin ticari yönetmenine dönüştü. Böylece Hollywood bir Alman estetiğini çarklarında yok etmiş oldu.
DÖNÜŞÜ MUHTEŞEM OLDU: WİM WENDERS
Alman sinemasının üretken ve çok yönlü ismi 1945 doğumlu Wim Wenders de seksenlerin ilk dönemi Amerika’yı yurt eyleyenlerden biriydi. Wenders’in ilk çıkışı yol üçlemesine başlamasıyla oluştu. Farklı insan panoramaları sunan bu üçleme, onun tanınmışlığını oldukça arttırdı. 1974 yılında çektiği Alice in den Städten filmiyle başlayan üçleme, 1975 yılında Falsche Bewegung’la devam etti. 1976 yılında ise serinin en etkileyici filmi Im Lauf der Zeit ortaya çıktı. Filmlerde yolculuklara çıkan kahramanlar birbirlerinden farklı olaylar yaşarken aslında savaş sonrası Almanya’nın çarpıcı bir fotoğrafını göstermiş oluyorlardı. Bu yol filmlerinin ona getirdiği tanınmışlıkla kendisi de bir yolculuğa başladı. Hollywood’dan teklif alan yönetmen, her zaman hayalini kurduğu bir maceraya adım atmış oldu. Seksenli yılların ilk yarısını Amerika’da geçiren yönetmen, hayranlığını hiçbir zaman saklamadığı Amerikan kültürünü yakından keşfetti. 1984 yılında kaybolan karısının izini süren bir adamın hikâyesini anlattığı Paris-Texsas filminde aslında peşine takıldığı Amerikan rüyasının çöküşünü anlatıyordu. Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye alan filmden sonra yönetmen yeniden Almanya’ya döndü. 1987 yılında Almanya’da Wings of Desire filmini çekerek seksenli yılların en iyi Avrupa yapımlarından birini ortaya çıkardı. Filmle 1988 Cannes Film Festivali’nde En İyi Yönetmen Ödülü’ne sahip oldu.
Savaş sonrasının en önemli yönetmenleri olan bu isimler, nitelikli, estetik filmler çektikten sonra Hollywood’da, kimi zaman bir filmlik kimi zaman da kariyerleri boyunca çeşitli projelerde yer aldılar. Haneke ve Herzog gibi farklı bir bilinçle davrananların dışında hemen hepsinin estetiği zarar görüp istedikleri kariyeri elde edemediler.