9 Eylül Perşembe günü Yılmaz Güney’in 37. ölüm yıl dönümüydü. Güney; 1959’da oyunculuğa başlamış, 1966’da yönetmenlik denemelerine soyunmuş, 1970’te çektiği “Umut” filmiyle sinema anlayışını baştan sona dönüştürmüştü. Peşi sıra hem imajını hem de sinema anlayışını yenileyen Yılmaz Güney, filmleri hâlâ doğru dürüst yayınlanma imkânı bulunmasa da olanca ağırlığıyla sinema tarihimiz için önemli bir durak, hatta bir ada haline geldi. Yaptıkları ve etkileriyle memleket sinemasında bir Yılmaz Güney adası oluşmasını sağladı. Bu adaya; Ali Özgentürk, Erden Kıral, Şerif Gören ve Zeki Ökten gibi dönemin genç yönetmenleri adım atıp bundan sonra kendi sinema yolculuklarına yelken açtılar.
Yılmaz Güney, avantür filmlerden kendi derdinin görsel hikayesine kanat çırpmak isteyip Ömer Lütfi Akad’ın yol göstericiliğinde kendi yolunu bulurken, Anadolu’nun Yeşilçam’a uğramayan gerçekliğini, yarattığı filmlerde ortaya koymaya çalışmıştı. Bu Anadolu gerçekliği bir süre sonra aynı toplumsal dinamikler içinde yaşayan komşu ülkelerdeki sinema meraklılarını da etkisi altına almaya başlayacaktı. Avantür filmlerin gerçeklikten kopuk, şiddet düşkünü sert karakteri, toplumun dinamiklerini sinemasına ekleyip dönüşürken, sadece Türkiyeli yönetmenleri değil 2000 sonrası sarsıcı izler bırakacak olan İranlı yönetmenleri de saniyede 24 kareyle etkilemeye başlamıştı.
YOL’UN İRAN YOLCULUĞU
Yılmaz Güney, özellikle senaryosunu yazıp yönetme imkânı bulamadığı film projeleriyle uluslararası arenada ses getirmişti. 1981’de “Yol” çekildiğinde İran-Irak Savaşı yeni başlamıştı. 8 yıl sürecek savaş, komşu ülkelerin topraklarında bir değişiklik yapmamış ama büyük acılar yaşayıp önemli bir insan kaybına neden olmuştu. Savaş’ın olanca çetinliğiyle sürdüğü 1986 yılında Yılmaz Güney’in senaryosunu ve çekim planını yazıp Şerif Gören’in yönetmen koltuğuna oturduğu “Yol” filmi, İran’da gösterildi. Gösterim salonu adeta bir cephe savunması alanından farksız olarak toprak dolu çuvallarla korunan bir salonda ne savaşı ne de sanatı yok saymamayı simgeleyen bir fotoğrafla tarihte yerini aldı. İran sinemasının henüz uluslararası arenada hükmünün geçmediği bu dönemde, İslam Devrimi sonrası dönemde sinemanın gelişmesine büyük katkı sağlayacak olan Farabi Sinema Vakfı kurulalı ve Amir Nadiri’nin “Koşucu” filmi çekileli 2 yıl olmuştu. Altın Palmiyeli “Yol” filmi gösterildiğinde İran’ın ilk Altın Palmiye Ödülü’nü 1997’de kazanacak olan Abbas Kiyarüstemi’nin ilk çıkış filmi olan “Arkadaşımın Evi Nerede” filmini çekmesine bir yıl vardı. Dönemin gençleri hem sinema salonlarında hem televizyon gösteriminde hem de dönemin yaygın ağı video kasetlerde Yılmaz Güney’in “Yol” filmini kitlesel olarak izleme imkânı buldular. Bu gösterimlerin somut etkilerini yıllar sonra görmeye başlayacaktık. 2012’de Yılmaz Güney filmleri ilk defa ABD’nin başkenti Washington’da sinemaseverlerin beğenisine sunulduğunda bir izleyici: ”İranlı yönetmen Abbas Kiyarüstemi’nin filmlerine benziyor. Onun filmlerinde de gerçek insanlar ve basit hayatlara yer veriliyor, aynı zamanda da sınıflar arası çatışmalar konu ediliyor. Aynı dili konuşmasam da filmdeki her bir karakterle duygusal anlamda kolaylıkla bağ kurabildim. Çok güzel bir filmdi, çok beğendim” ifadelerini kullanmış.
Yıllar içinde İranlı yönetmenler uluslararası alanda seslerini duyurmaya başladıklarında kendilerini etkileyen yönetmenleri saymaları istendiğinde ilk isimlerden biriydi Yılmaz Güney. Hiç gitmediği İran’da dönüştürücü etkilere vesile olmuştu. Onun kamerayı yoksullarla buluşturması, toplumsal katmanları belgesel gerçekliğinde resmetmesi ve politik bilinci İran’da da karşılık bulacaktı.
İRANLI YÖNETMENLER YILMAZ GÜNEY’İ ANIYOR
İslam Devrimi’nin yarattığı yönetmenlerden biri olan Muhsin Mahmelbaf, toplumsal dinamiklerden beslenmeyi sürdüren, ilk döneminde çektiği “Boykot” gibi kesin cevapları olan bir sinema yaklaşımından sorular soran bir sinema yaklaşımına doğru evrilmeye başlayıp giderek sürreal bir çizgiye doğru yelken açmıştı. Sadece İran ya da Ortadoğu için değil, Dünya sineması için de eşine az rastlanır bir yaratıcılığı, kültürel çeşitliliği ve bir o kadar da kendini tekrar eden yapısıyla oldukça insani özellikler gösteren bir yönetmendi. 50’den fazla ödül aldı, 10’dan fazla ülkede film çekti, bütün aile bireylerinin sinemacı olmalarına vesile oldu. İslamcı bir militan olarak başladığı kariyerine sürreal arayışlarla, seküler Batı ülkelerinde devam ediyor. Muhsin Mahmelbaf ve onun sinema eğitimi vererek yetiştirdiği kızı Semira da Yılmaz Güney’i izleyerek sinema anlayışlarını inşa etmiş isimler. Semira röportajında; “Biz küçükken babam hep Yılmaz Güney filmlerini izlerdi. Ben de birkaç filmini seyrettim ve çok beğendim” der.
İran sinemasının doksanların ikinci yarısında geniş kitleler üstünde tanınmasını sağlayan isim olan Mecid Mecidi, İslamın ahlaki önermelerinin görselliğin gücüyle yaymayı amaçlayan bir sinema anlayışının temsilcisi olarak Oscar’a aday olan ilk İran filmine kadar uzanan bir çizgiyle önemli etkiler yapmıştı. O da Yılmaz Güney’i bir milat olarak görür; “Yılmaz Güney’i de unutmamak gerek. Özellikle “Yol” oldukça başarılı bir film. Harika bir yönetmen ve büyük bir usta” ifadesini kullanır.
Film çekme yasağı devam eden ve kendisi de film çekmeyi sürdüren ısrarcı sinemacı Cafer Penahi; henüz yurt dışındaki film festivallerini ziyaret edebiliyorken Reha Erus’a Güney’in kendisi üstündeki etkisinden bahseder. “Her filmini ve sahnelerini ezbere biliyorum. Dikkat ederseniz yapıtlarımda Yılmaz Güney izlerine rastlarsınız” ifadelerini kullanır.
Şehirlileşen İranlıların modern hayatını resmeden, İran sinemasının eksik tarafı olan sınıfsal farklılıkların yansımalarını sinemasına yediren, orta sınıfın dertlerini beyazperdeye vicdani muhasebeyi es geçmeden çoğulcu bir yaklaşımla yansıtan Asgar Ferhadi İran sinemasını köyden kente taşımıştı. O da sinema namına bu topraklardan isim sayacağı zaman ilk olarak Güney’den bahsediyor: “Yılmaz Güney’i çok seviyorum. Filmlerini çok beğeniyorum.”
ALTYAZISIZ UMUT
2016’da Kafkas Üniversiteler Birliği’nin düzenlediği Şah İsmail anısına Uluslararası Kafkasya’ya Genç Bakışlar III Sempozyumu’na “Romanlarda Şah İsmail” isimli bildirim kabul edilince ilk defa İran’a davet edilmiştim. Sempozyum Şah İsmail Hatai’nin kadim memleketi Erdebil’deydi. Bu vesileyle Erdebil’de bulunan sinemacılarla da iletişime geçmiştim. Erdebil Sinema Merkezi’nde bir söyleşi ve film gösterimi yapmıştık. Hangi yönetmenin filmini gösterelim diye konuşurken ilk zikredilen isimdi Yılmaz Güney. O gün Erdebil nüfusunun tamamını oluşturan Azerbaycan Türkleri altyazısız izlemişlerdi Umut filmini.
KÜRT SİNEMASI İÇİN BİR MİLAT
İran’da Farsça dışındaki dillerde çekilen filmlerde önemli bir artış söz konusu nüfusun etnik ve kültürel çeşitliliği Azerbaycan Türkçesi, Kürtçe, Arapça ve Belluç dillerinde de üretim yapılmasına olanak tanıyor. Bu çeşitlilik kuşkusuz özgürlük alanlarının sınırlarını zorlayarak yapılan ve gelişen bir olgu. Daha önce İran’ın Türkçe filmleri ve İran Kürt sineması üstüne ayrıntılı yazılar yazmıştım. Tekrara gerek yok. Bu çerçevede İran’da gelişen Kürt sineması da esasen sınırlardan bağımsız olarak Ortadoğu’nun bütününde gelişen Kürt sineması için Yılmaz Güney ve özellikle “Yol” filmi bir milat oluşturuyor. Türkiye’ye iltica eden 1980 doğumlu kısa film yönetmeni Şepol Abbasi’nin “Yol” filmini izleme hikayesi Güney’in etkilerini göstermesi açısından ibretlik: “Yılmaz Güney, Kürt sinemasının babasıdır. 8 yaşındaydım, Irak-İran Savaşı vardı, o zamanda İran’ın iki televizyon kanalı vardı, ikinci kanalda Güney’in “Yol” filmi vardı. Ben bilmiyordum, Türkiye’de Kürtlerin de olduğunu, o zamana kadar duymamıştım. Filmin birçok karesi o yaşta bile beni çok etkilemişti, ama sonradan öğreniyorum ki film sansürlü gösterilmiş. Çok sonraları “Yol”u tekrar izlemek için peşine düştüm, çok aradım, Tahran’a bile gittim, o arkadaş, bu arkadaş diye gezdim durdum. Bir arkadaşım, benim İran televizyonunda arşivde bir akrabam çalışıyor, ondan filmi isteriz deyince, hemen arşive gideriz, “Kardeşim ben bu filmi isterim” dedim, o da bana “sana masraf çıkar” deyince babamı hemen aramış ve para istemiştim. “Yol”u 84 kez izledim, inan bana bu filmi annemden çok seviyorum. “Yol”u halen izliyorum, inan ki halen rakı gibi, hani rakıyı nasıl içersin ya, işte aynen o, şimdi de izlediğimde sarhoş oluyorum.”
Sanatın sarsıcı etkileri; ülkelerin toplumlar arasına ördüğü soğuk beton duvarları, keskin tel örgülerini ve sadece yoksul sınır köylülerinin canları pahasına geçmeyi öğrendikleri mayınlı bölgeleri yok sayabiliyor. Güney, görme imkânı bulamadığı özellikle Ortadoğu ülkelerinde önemli izler bıraktı.
MEZARLIKTA BULUŞMA
Güney’in Paris’teki mezarının olduğu meşhur Pere-Lachaise Mezarlığı’nda İran’ın ilk büyük filmi “İnek”in uyarlandığı öykünün yazarı olan Güney gibi ülkesini terk etmek zorunda kalan yazar Gulam Hüseyin Sa’edi’nin de mezarı var. Ahmet Kaya’nın mezarını bulmak için mezarlığın yokuşunu tırmanmaya başlayanlar, Ahmet Kaya’nın trajik bir sevgi gösterisi olarak üstüne ziyaret edenlerin isimlerini yazdıkları beyaz mermer mezarını geçip mezarlığın yukarısına devam ederlerse hem Sadık Hidayet’in hem de Gulam Hüseyin Sa’edi’nin mezarını görecekler. Böylece eserleriyle birbirlerinin ülkelerinin sanatını etkilemiş ama yaşamlarında buluşamayanların gurbetteki buluşmalarına tanıklık edebilirler.