28. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nde Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’nda “En İyi Film Ödülü”, yönetmenliğini Ahmet Necdet Çupur’un yaptığı “Yaramaz Çocuklar” filmine verildi. Festivalde, Onur Ödülleri sahiplerinin ikişer filmi, Ulusal Yarışma’da on film, Yaşar Kemal bölümünde üç, Uluslararası Kısa Film Yarışması’nda yirmi, Ulusal Öğrenci Filmleri Yarışması kapsamında yirmi dokuz, Adana Kısa Film Yarışması’nda altı, Dünya Sineması bölümünde ise on film gösterildi.
Ülkenin en köklü film festivallerinden biri olan Adana Altın Koza Film Festivali bu yıl 13 Eylül’de Emek Ödülleri’nin verilmesiyle başlayıp 18 Eylül’de yapılan ödül töreniyle sonlandı. 1 haftalık yoğun film temposunda Adanalı sinemaseverler ve konuklar, yerli ve yabancı çok sayıda filmi görme fırsatı yakaladılar.
Festivalde, Onur Ödülleri sahiplerinin ikişer filmi, Ulusal Yarışma’da on film, Yaşar Kemal bölümünde üç, Uluslararası Kısa Film Yarışması’nda yirmi, Ulusal Öğrenci Filmleri Yarışması kapsamında yirmi dokuz, Adana Kısa Film Yarışması’nda altı, Dünya Sineması bölümünde ise on film gösterildi.
Üstat sinema eleştirmenimiz Vecdi Sayar, akademisyen ve sinema yazarı Fırat Sayıcı ve ben SİYAD Jürisi olarak Ulusal Yarışma bölümündeki 10 filmi değerlendirip Mehmet Ali Konar’ın yönettiği “Zîn ve Ali’nin Hikâyesi” filmine SİYAD Cüneyt Cebenoyan En İyi Film Ödülü’nü verdik.
ASGHAR FARHADİ’DEN EVE DÖNÜŞ FİLMİ: KAHRAMAN
Dünya Sineması bölümünde yarışmasız olarak gösterilen filmlerden, ulusal filmlerle gösterimi çakışmayan iki film izleyebildim. Asghar Farhadi’nin Cannes Film Festivali’nde Grand Prix Ödülü kazanan yeni filmi “A Hero” (Kahraman) ve Amerikan sinemasının kült ismi Paul Schrader’in eylül başında 78. Venedik Uluslararası Film Festivali’nde prömiyerini yapan “The Card Counter” (Kumarbaz) filmlerini 1 günde 4 film izleme pahasına es geçemedim. Farhadi, “Kahraman” filminde ödeyemediği bir borç yüzünden hapiste olan Rahim’in 2 gün izinli çıkıp borcunu ödeyeceği bir yol bulmaya çalışırken giderek bir toplumsal kahramana dönüşmesinin hikâyesini resmediyor. Rahim’in sevgilisi, sahibini bilmediği altın dolu bir çanta bulduğunda filmde İran sinemasının klasik vicdan muhasebesi de başlamış oluyor. Farhadi’nin kusursuz senaryo matematiğiyle başlayıp biten film, yönetmenin öteki filmlerinin her birinden biraz öğeler taşıyan, yönetmenin anlatımına alışkın olanlar için bolca tekrara düşen bir yapım. Ancak Farhadi’yle yeni tanışacaklar için oldukça güçlü bir İran filmi olduğunu söyleyebiliriz. Öteki Farhadi filmlerinden en önemli farkı, bu kez sınıfsal çatışmaları temel alan, orta sınıf ve alt sınıf karşılaştırması bu filmde yer almıyor. Bunun dışında evlilik dışı aşk, hapishane, idam, yoksulluk, vicdan muhasebeleri filmin temel retoriğini oluşturuyor.
GİDEREK GENÇLEŞEN BİR ÜSTAT: PAUL SCHRADER
Paul Schrader’in “The Card Counter”(Kumarbaz) ise daha komplike bir yapım. Film, eski bir işkenceci askerin hapishanede öğrendiği kart sayma maharetiyle usta bir kumarbaza dönüştükten sonraki hayatını resmediyor. Paul Schrader; sinematografisinden müziklerine, oyunculuktan politik arka planına kadar oldukça ince bir işçilikle kusursuz bir seyirlik oluşturmuş. 75 yaşındaki usta sinemacı, adeta genç bir yönetmen kadar dinamik bir sinema yaklaşımıyla seyircinin karşısına çıkmış.
ULUSAL YARIŞMA FİLMLERİ: HER DİLDEN, HER TELDEN
Ulusal Yarışma bölümünde yer alan on film, farklı niteliklerde oluşmuş bir seçkiydi. Ön jürinin önüne gelen 40 civarı film arasından seçilen bu on film, bu yıl farklı platformlarda karşımıza çıkacak yeni filmler. Nisan Dağ’ın yönettiği “Bir Nefes Daha”, Barış Sarhan’ın yönettiği “Cemil Şov”, Hakkı Kurtuluş ve Melik Saraçoğlu’nun yönettikleri “Dermansız”, Erdal Rahmi Hanay’ın yönettiği “Fuad”, Sinan Sertel’in yönettiği “İçimdeki Kahraman”, Erkan Tahhuşoğlu’nun yönettiği “Koridor”, Muhammet Çakıral’ın yönettiği “Lacivert Gece”, Tufan Taştan’ın yönettiği “Sen, Ben Lenin”, Ahmet Necdet Çupur’un yönettiği “Yaramaz Çocuklar”, Mehmet Ali Konar’ın yönettiği “Zîn ve Ali’nin Hikâyesi” Ulusal Yarışma bölümünün filmleriydiler.
Erdal Rahmi Hanay’ın yönettiği “Fuad”, Ardahan Damal’da bir köyde yaşanan seri cinayetlerin izini süren komiser, savcı ve doktorun hikâyesini resmediyor. Coğrafyanın eşsiz görüntülerine yaslanan film, diyaloglarının neredeyse tamamının aforizmalardan oluşan yapaylığı, akıştaki kopukluğu ve ses kanallarındaki problemleriyle beni şaşırttı. Abartılı oyunculukları olan “Fuad”, anladığım kadarıyla dizi olarak planlanıp sinema filmine dönüştürülmesinden kaynaklı sıkıntıları olan bir yapım.
Barış Sarhan’ın yönettiği “Cemil Şov”, Yeşilçam klişeleri üzerinden bina edilen bir yapıda önemli bir sanat yönetimi ve görüntü yönetimi mahareti taşıyan ancak senaryosunun tekrara düşen yapısıyla bir an önce bitmesini beklediğim bir yapım oldu. Film daha kısa olsaydı, daha keyifli bir seyirlik olacağını düşünüyorum.
Sinan Sertel’in yönettiği “İçimdeki Kahraman”da Sertel, bütünlüklü bir yönetmenlik mahareti gösteriyor. Kendini kahraman hisseden bir gencin üstün özelliklerini keşfetmeye çalıştığı yapımda; sahnelerin tasarımı, görüntü yaklaşımı ve konuya uygun bir oyunculuktan söz edebiliriz. Marvel ve DC filmleri meraklıları filmden benim çıkardığımdan daha fazla anlamlar çıkabilir. Benim açımdan filmin en önemli handikabı, önermesi. Kader isimli ona yemekler yapan bir komşu kızıyla evlenmek, süper kahramanlık hayallerinin peşini bırakıp çoluk çocuğa karışmak hâkim toplum yapısına boyun eğmeyi, sıradanlaşmayı, meraklarını, idealarını yok saymayı ve sisteme entegre olmayı simgeliyor.
Muhammet Çakıral’ın yönettiği “Lacivert Gece”, antrenör olmak isteyip de madende çalışmak zorunda kalan eski sporcu Semih’in yaşam mücadelesini resmediyor. Madencilerin yaşamına dokunan az sayıda ama önemli yapımların arasında bu yapım ne var ki bu dokunuşu televizyon filmi estetiğinde yapıyor. Arka fonda yerli yersiz çalan müzik, abartılı teatral oyunculuklar filmi sinemadan daha ziyade televizyona yaklaştıran öğeler.
Ahmet Necdet Çupur’un yönettiği “Yaramaz Çocuklar”, belgesel olma iddiası taşıyan, birkaç açıdan önemli bir yapım. Hatay’ın bir köyünde yaşayan ve genç yaşta ailesinden kopan bir genç olan Ahmet Çupur, köye geri dönerek ardında bıraktığı okumak isteyen kız kardeşine ve istemediği bir evlilikten kurtulmak isteyen erkek kardeşine çeviriyor kamerasını. Filmin daha önce karşımıza çok sık çıkmayan bir coğrafyayı ana dili olan Arapçayla bize yansıtması oldukça değerli. Ülkemizde konuşulan diller ne yazık ki yaygınlıkları ölçüsünde sinemaya yansımıyor. Bol Batı destekli bir proje olan yapım kuşkusuz çok sayıda festivalde ödüllendirilecektir. Benim için kurgu ve gerçek ilişkisi oldukça muğlak olan “Yaramaz Çocuklar”, yönetmenin tamamen her şeyin gerçek olduğu iddiasına rağmen benim kamerada gördüklerime göre yeniden kurgulanmış, yapay gerçeklikler taşıyan bir yapım.
Erkan Tahhuşoğlu’nun yönettiği “Koridor”, iki yaşlı kadını aynı evde tek mekânda resmeden güçlü bir sinematografi, sanat yönetimi ve bunun yanında başarılı oyunculuklar taşıyan bir yapım. Ancak filmin süresi ve konusu uzun metraj bir filmi kaldıracak kadar çok boyutlu ve zengin değil. Filmdeki iki yaşlı kardeşin çatışması filmi taşımada yeterli gelmedi bana.
Nisan Dağ’ın yönettiği “Bir Nefes Daha”, İstanbul’un yoksul bir semtinde rap müzik yapmaya çalışan ama madde bağımlılığının pençesinden kurtulamayan Fehmi’nin eski DJ Devrin’le olan farklı müzikler ve sınıflar arası aşkının yansımalarını resmediyor. “Bir Nefes Daha”, bana 2018 yapımı Mu Tunç’un yönettiği İstanbul’da yaşayan punkçu gençleri resmettiği filmi “Arada”yı hatırlattı. Kent yaşamının yeni dinamiklerinin sinemaya taşınması, sinemanın taşra sancılardan kurtulması adına oldukça önemli. Kadın yönetmenlerin bakış açıları da filmlerdeki eril dili ve erkek egemen bakış açısını sınırlandırmada bize gerekli bir üslup. Nisan Dağ, senaryodaki boşluklarının dışında ve görsel dile yaslanmayıp diyaloglara fazlaca yer veren bir sinema anlayışının handikaplarını bünyesinde taşısa da önemli bir filme imza atmış.
Mehmet Ali Konar’ın yönettiği “Zîn ve Ali’nin Hikâyesi”, ülkemizde sayıları oldukça azalan uzun metraj Kürtçe filmlerden biri. Ülkenin politik atmosferi, sanat hayatının nereye doğru seyir izleyeceğini de kuşkusuz başat aktörü. Politik gerginlikler ve yükselen milliyetçilik, sinemada da çeşitliliğin önü tıkayan bir hal almış durumda. Umarım ülkedeki dil çeşitliliği sinemamızda da karşılık bulmayı arttırarak sürdürür. Oğlu İstanbul’da bir polis takibinde öldürülen Bingöl’ün köyünde yaşayan bir kadının bütün toplumsal ve politik baskılara rağmen oğlu için bir düğün alayı kurma mücadelesini anlatan film, oldukça estetik bir yaklaşımla diyaloglardan ziyade görselliğin gücüne yaslanan ve bünyesinde taşıdığı politik ağırlığı bir bayrak savunuculuğuna dönüştürmeyen şiirsel öğelerle bezenmiş bir yapım. Yönetmenin kendi imkanlarıyla film çekmesinin yarattığı zorlukları senaryodaki boşluklarda görmek olası. Mehmet Ali Konar’ın yeni filmlerinde çizgisini daha da yukarıya taşıyacağına kuşkum yok.
Tufan Taştan’ın yönettiği “Sen, Ben Lenin”, 1993 yılında Batı Karadeniz’de Akçakoca sahiline vuran ahşap Lenin heykelinden hareketle Barış Bıçakçı ve Tufan Taştan’ın yazdıkları usta işi bir senaryoyla filme dönüştürülmüş eğlenceli ve yaratıcı bir yapım. Bu konuda 2016 yapımı “Hoşgeldin Lenin” isminde Begüm Özden Fırat, Aylin Kuryel, Ahmet Murat Öğüt ve Emre Yeksan’ın birlikte yönettikleri bir kısa belgeselin de olduğunu hatırlatayım. Aynı konunun hem belgeselini hem de filmini izlemek iyi bir deneyim oldu benim için. Bol ve parlak oyuncu kadrolu “Sen, Ben, Lenin” filminde Ümit Ünal’ın “9” filminin kokusunu almak da mümkün. Film, görüntü yönetimi, atmosfer ve zaman zaman karikatürize edilmiş de olsa başarılı oyunculuklarla övgüyü hak ediyor. Yer yer tiyatro öğesi taşısa da film, sinemada genel izleyici kitlesini memnun edecek unsurlara fazlasıyla sahip. Ana jüriden eli boş dönmesi ise benim için sürpriz oldu. Film; senaryo, görüntü yönetimi ve oyunculuk dahil çok sayıda dalın güçlü bir adayıydı.
Hakkı Kurtuluş ve Melik Saraçoğlu’nun yönettikleri “Dermansız”, usta işi bir belgesel. “İkilinin Gözümün Nuru” isimli çalışması oldukça yaratıcı bir projeydi. Dermansız’da çıtayı daha da yükseğe taşımışlar. 1966’dan 2015’e kadar Bursa’daki Memleket Hastanesi’nde yatan Abdullah Kozan’ın hayatının belgeselini çeken ikili, Kozan üstünden bir dünya projeksiyonu oluşturarak olabildiğince zengin, zekice ve güçlü bir kurgu ürün ortaya koymuşlar. “Dermansız”, ülkedeki belgesel düzeyinin oldukça ilerisinde bir yapım.
Festivalde Haluk Bilginer Onur Ödülü alırken konuşmasını, “Eğri zamanlarda dik duranlara selam olsun” sözleriyle tamamlamıştı. Biz de festivalin en değerli ifadesini hatırlatarak bitirelim.