Duvar’ın vatansız gardiyanı; Ahmet Zîrek

Yılmaz Güney’in son filmi olan “Duvar”da ilk defa kamera karşısına geçen Ahmet Zîrek’le “Duvar” filmini ve sürgün hayatını konuştuk. Zîrek, “Filmden sonra Türkiye Cumhuriyeti beni vatandaşlıktan çıkardı. Zaten politik bir sürgün sürecindeydim. Ben de Fransız olmak istemediğim için Birleşmiş Milletler’e başvuru yaptım. Her ülke benim yurdum hiçbir ülke benim yurdum değil artık” dedi. 

15-22 Kasım arasında 8’incisi yapılan Duhok Uluslararası Film Festivali’ni takip etmek için Duhok’a gittiğimde festivalde konuşma yapmak için Fransa’dan gelen Ahmet Zîrek’le tanışma fırsatım oldu. Ahmet Zîrek, Yılmaz Güney’in son filmi olan “Duvar”da ilk defa kamera karşısına geçip filmin unutulmaz kötü adamı gardiyan Cafer’i oynamıştı. Hakkarili olan Zîrek, filmden sonra vatandaşlıktan çıkarıldığı için 1980’de terk ettiği Türkiye’ye bir daha gelemedi. 

Zîrek’le o eski günleri, Yılmaz Güney’le geçirdiği film serüvenini, “Duvar” filmini ve sürgün hayatını konuştuk.

GÜNEY’İN GÖRDÜĞÜ İLK HAKKARİLİ 

Sinemaya oldukça ses getiren bir karakterle giriş yaptınız. “Duvar” filminin zalim gardiyanı Cafer karakteri, filmi izleyenlerin hafızalarından kolay kolay çıkaramayacağı bir karakterdi. Sizin bu filme dahil olma hikâyeniz nasıl oldu? 

İnsan hayatı tesadüflerle şekilleniyor. Benim de bir tesadüf eseri Yılmaz Abi’yle karşılaşmam hayatımın en büyük dönüşümüne vesile oldu. Aslında ben o filme figüran olma umuduyla gitmiştim. Paris’e gelmemden 1 hafta sonra Yılmaz Güney’in yeni bir film çekmeye başlayacağını ve oyuncular aradığını duydum. Önemli bir beklentim yoktu. Türk, Fransız ve Kürt tiplemelerinde figüranlar aranıyordu. Bir süre çalışıp biraz para kazanmayı umuyordum. Ama daha büyük motivasyonum Yılmaz Güney’i görebilmekti. Çünkü hayatımın en büyük hayallerinden biri Yılmaz Güney’le karşılaşabilmekti. Bir umut seçmelere gittim. Unutulmaz bir andı benim için. Karşılaştık. “Nerelisin?” dedi “Hakkâriliyim” dedim. Hakkâri’de amatör tiyatrolar yaptığımdan bahsettim. Farklı sorular sorarken sürekli “Hakkârili misin?” sorusunu yineliyordu. Üç kez “Hakkârili” olduğumu tekrarladım. Sonra bana bir gardiyan elbisesi istetti. Ben de dayanamayıp sordum. “Yılmaz abi neden üç kez Hakkârili misin diye sordun?” dedim. Yılmaz Abi o meşhur gülüşüyle cevap verdi: “Hakkâri’yi çok duymuştum ama hiç Hakkârili görmemiştim. İnanamadım” dedi Hakkâri şimdi bile çok uzak bir bölge ki 1970’lerde gerçek bir sürgün coğrafyasıydı. Büyükşehirlere çok gidenimiz yoktu. Gidip gelmek çok kolay değildi. Biz Hakkârililer dünyadan izole bir hayat yaşıyorduk. 

O dönem hangi sebeple Fransa’daydınız? 

12 Eylül Darbesi’nden sonra politik sebeplerle 1980’de Hakkâri’den ayrılıp birkaç ülke değiştirip filmin hazırlıklarının başladığı dönemden kısa bir süre önce Fransa’ya iltica etmiştim. 

Filmi çekimine başladığınızda rolünüzden haberiniz var mıydı? 

Çekimler başladıktan sonra benim gibi birkaç kişiyi daha bir araya topladılar. Ben tipleri görünce bu işte bir iş olduğunu anladım. Hayırlı bir rolde olmayacağımızı tahmin etmeye başladım. Görüntü yönetmeni İzzet Akay’la yukarı çıktık. Bir seçme olduğunu anladım. Filmdeki çocuk oyuncu Şaban da vardı. Hepimiz sırayla Şaban’ı dövmeye, ona bağırmaya, küfür etmeye başladık. En İyi dövenimiz gardiyan Cafer olacakmış meğer. Ben üçüncü sıradaydım. Ben de elimden geldiğince küfürler etmeye, Şaban’a vurmaya başladım. Benden sonra İzzet Akay Yılmaz Güney’le konuşmaya gitti. Sonra Yılmaz Güney geldi. “Tekrar yapar mısın? Ben de bakayım” dedi. Benim için unutulmaz bir andı. Yılmaz Güney bana kameranın vizöründen bakacaktı. O an dedim ki “oğlum Şaban sen bittin.” Öyle bir heyecanla, adeta tutkuyla Şaban’ı hırpaladım. Beni izledikten sonra Yılmaz Güney, ötekileri izleme gereği duymadı. “Gel” dedi seninle biraz konuşalım. Bana gardiyan Cafer rolünü anlattı. Çok kötü bir rolü oynayacağımı bana söyledi. “Senin yüzün, mimiklerin bu role çok uygun” dedi. Ben de kabul ettim. Zaten Yılmaz Güney’in bana bir rol teklif etmesinden sonra benim kabul etmeme ihtimalim yoktu. 

Senaryoyu gördünüz mü? 

Hayır, çekimler başladığında sadece benim değil kimsenin senaryodan haberi yoktu. Çekimlerde o gün söylenenleri yapıyorduk, bütünlüklü olarak hikâyeden haberimiz yoktu. Kimse ne yaptığını tam olarak bilmiyordu. Benim filmde gardiyanlar arasında Cafer’in daha önde olduğundan haberim yoktu. Hepimiz önümüze gelene vuruyorduk. 

Çekim ne kadar sürdü? 

Çekim 2 ay sürdü. Benim hayatımın en özel zamanıydı. Hepimiz orada kalıyorduk. Yılmaz Güney’le yoğun bir 2 ay geçirmiştim. Benim için unutulmaz bir deneyim oldu. 

Film çekimi sırasında bir de Patrick Blossier tarafından çekim aşamasının belgeseli çekilmişti. Setteki bu iki kameralı hal size nasıl yansımıştı? 

Yılmaz Güney sette ona hiç karışmıyordu onu biliyorum. Bizim onun ne yaptığından tam olarak haberimiz olmadı. Daha doğrusu bizim sinemadan haberimiz yoktu ki nasıl anlayalım hangisi ana kamera, hangisi seti çeken bir belgesel kamerası. Benim ilk sinema deneyimimdi. O yüzden belgesel çekimiyle ilgili ayrı bir farkındalığım olmamıştı. Daha sonra izleyip öneminin farkına varmıştım. 

‘YILMAZ GÜNEY FALAKAYA YATTI’ 

O belgeseli ben ilk izlediğimde bazı sahnelerde siz copla mahkûmlara vuruyorsunuz ama sizin cop darbelerinizi İzzet Akay ve Yılmaz Güney yeterince sert bulmuyordu. Elinizden alıp daha sert vurmanızı tembihliyorlardı. Zorlanmış mıydınız şiddet sahnelerinde? 

Bazı sahnelerde oldukça zorlanıyordum. Tipim belki fazlaca gaddar bulunabilir ama nedensizce bir anda insanları coplamayı içselleştiremiyordum. Hiç unutamadığım iki sahne vardı. Biri falaka sahnesiydi. Falaka sahnesinde sert vuramıyordum. “Sert vur” diye bağırırdı Yılmaz Güney. Ben sert vurduğumda da bu kez de çocuk dayanamıyordu. Yılmaz Güney geldi çocuğun yerine kendi yattı falakaya. İnanılmaz bir andı benim için Yılmaz Güney’i falakaya çekiyordum. Üstelik o, “daha hızlı vur” diye bağırıyordu. Bu kez de arkamda duran Fatoş Güney dayanamıyordu. Biri “vur” diye bağırıyor diğeri “yavaş” diye bağırıyordu. 

Bir diğeri de Şaban’ın gözünün şişirilme sahnesiydi. Botla çocuğun gözünü şişirmem gerekiyordu. Bir türlü yapamıyordum. Yılmaz Güney en sonunda “bırak” dedi kızdı. Benim botlarımı giydi. Çocuğun gözünü şişiren ayaklar da Yılmaz Güney’in ayaklarıydı. 

Filmde falaka yiyen de Şaban’ın gözünü şişiren de Yılmaz Güneydi. 

Eve bu iki sahnede çok zorlanmıştım. Daha sonra öteki sahnelerde zalimliğin hakkını vermeye çalıştım. 

Filmdeki şiddet sahnelerinin dışında kullandığınız küfür terminolojisi de karakterinizi unutulmaz yapan detaylardan biriydi. Bunlar senaryoda var mıydı? 

Senaryoda olanlar da vardı ama ben de bir yerden sonra kendimi kaptırmıştım. Farklı farklı küfürler ağzımdan çıkmaya başlamıştı. Sanırım karakteri özgünleştiren unsurlardan biri de bunlar olmuştu. 

Gardiyan Cafer’in çocuk mahkûm Şaban’a tecavüz ettiğini ima eden bir sahne vardı. Siz bu sahneyi çekerken neyle ilgili olduğunu biliyor muydunuz? 

Filmin en önemi sahnelerinden biriydi. Ben tabiki senaryodan haberdar olmadığım için ne yaptığımı bilmiyordum. Yılmaz Güney bana, “koğuşa gir, çok dikkatli oyna, koğuşta yürü Şaban’ı copla dürtüp uyandır birlikte koğuştan çıkın” demişti. Çok da beğenmişti oyunumu. Ben ne olduğunu filmi izleyince anlamış oldum. 

‘FİLMİ İLK İZLEDİĞİMDE YOK OLMAYI İSTEMİŞTİM’ 

Ne hissetiniz filmi ilk izlediğinizde? 

İlk izlediğimde koltukta mağrurca oturmuş filmin başlamasını bekliyordum. Film başlayıp ilerledikçe giderek koltukta adeta küçülmeye başladım. Film bittiğinde yok olmayı istemiştim. Herkesten çevrede “nerede bu Cafer?” seslerini duymaya başlamıştım. 

Etkili oyunculuğunuz Türkiye’de de ses getirmişti. Sinemamızın tek filmle unutulmaz bir kötü karakterine dönüştünüz. 

Zaten filmden sonra herkesin söylediği ilk cümle “Allahtan Türkiye’de değilsin, çok sopa yerdin” oluyordu. Erol Taş’ın başına gelenlerin benim de başıma gelmesi muhtemeldi. 

Türkiye’deki tanıdıklarınızın filme tepkisi nasıl oldu? 

Filmdeki kötü karakteri canlandırdığım için çevrem tepki göstermedi ama film gösterimlerinde bazı sıkıntılar yaşamışlar. Ankara’da filmi kız kardeşim arkadaşlarıyla izlemiş. Filmde Cafer karakteri çıktıkça yavaş yavaş küfürler yükselmeye başlamış. Artık sonuna doğru ana avrat küfürleri duymak zorunda kalmışlar. 

Siz ilk defa ne zaman bir Yılmaz Güney filmi izlemiştiniz? 

8-10 yaşlarında Yılmaz Güney filmlerini izlerdik. Arkadaşlarla ceplerimize taş doldurup yazlık sinemalara giderdik. Yılmaz Güney’e silah çektiklerinde biz de taşlarımızla onlara doğru atmaya başlardık. Yazlık sinemanın perdesi attığımız taşların izleriyle doluydu. Büyüdükçe de Yılmaz Güney’le özdeşlik kurabiliyorduk. Jönlerin yakışıklı dünyası içinde bizim gibi çirkin, sıradan bir insan suretiydi. Bize benziyordu. O yüzden onu bir idol olarak görebiliyorduk. 

Peki hiç aklına gelir miydi taş attığınız kötü karakterlerden birine dönüşeceğiniz? 

Her şey aklıma gelirdi de Yılmaz Güney filmindeki kötü karaktere dönüşeceğim gelmezdi. Hatta ilk sete kabul edildiğimde Yılmaz Güney de oynamayınca “acaba ben mi onun yerine oynatacaklar?” diye düşünmüştüm. Tabii bu düşünce çok kısa sürdü. Anladım ki ben kötü bir karakterim. Ne kadar kötü karakterde oynadığımı filmi izleyince anlamış oldum. 

HER ÜLKE BENİM YURDUM HİÇBİR ÜLKE BENİM YURDUM DEĞİL’ 

“Duvar” filmi sizin hayatınızın dönüm noktası olduğunu söyleyebiliriz. Hem sizi mülteci olarak geldiğiniz Fransa’da bir aktöre dönüştürdü hem de vatansız bıraktı. Filmden sonra neler yaşadınız? 

Filmden sonra Türkiye Cumhuriyeti beni vatandaşlıktan çıkardı. Zaten politik bir sürgün sürecindeydim. Ben de Fransız olmak istemediğim için Birleşmiş Milletler’e başvuru yaptım. Vatansız statüsü talebinde bulundum. 6 ay sonra vatandaşlığımı yitirmemin kültürel bir sebepten olduğunu tescilleyip bana Vatansız statüsü verdiler. Artık Birleşmiş Milletler pasaportu taşıyorum. Her ülke benim yurdum hiçbir ülke benim yurdum değil artık. Avrupa içinde serbest dolaşabiliyorum. Avrupa dışına da izinlerle çıkıyorum. Zaten film festivalleri ya da film setleri için çıkış yapıyorum. Bir kez kişisel olarak çıkmak istedim. 6 ay sonrasına gün verdiler, tatile gidecektim gidemedim. 

Oyunculuk kariyeriniz nasıl gelişti “Duvar” filminden sonra? 

Filmden sonra Yılmaz Güney’le yeni projelerde yer alacağımızı düşünüyorduk ancak kendisinin hastalığı ilerledi yeni film projelerine başlayamadı. Benim de o dönem Fransızcam yoktu. Uzun süre yeni bir filmde yer alamadım. Kimi zaman tiyatrolarda görev aldım. Fransızcam uygun hale geldikten sonra sinemayla tekrar ilişkim arttı. 2000 sonrasında küçük rollerde ama oldukça farklı yönetmenlerle çalışma imkânım oldu. Tony Gatlif ve Costa-Gavras filmlerinde yer aldım. Gavras’ın filminde anlaşılmayan bir dili konuşan bir karakteri canlandırmıştım. Bu benim vatansızlığımla çok uyumluydu. Kürt sinemasının farklı coğrafyalarda çekilen filmlerinde de görev aldım. Toplamda son 20 yılda 30 filme ulaşan bir oyunculuk kariyerim oldu. Tiyatro oyunları hariç. 

Vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederim. Sinemamız adına oldukça orijinal bir karaktere can vermiştiniz. Anılarınızın oldukça değerli olduğunu düşünüyorum. 

Ben teşekkür ederim sayenizde Yılmaz Güneyli günlerimi tekrar yaşamış oldum. 

Rıza Oylum

1984 İstanbul doğumlu. İstanbul Kültür Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde lisans, Trakya Üniversitesi’nde aynı alanda yüksek lisans eğitimi aldı. Varlık, Virgül, Agora, Cumhuriyet Kitap, Film Arası, Kitapçı ve Edebiyathaber.net gibi farklı mecralarda sinema ve edebiyat merkezli metinler yayımladı. Uzakdoğu Sineması, Rus Sineması, Alman Sineması, Ortadoğu Sineması, Dünya Yönetmenlerinden Sinema Dersleri, Doksanlar, Dünya Yazarlarından Yazarlık Dersleri, İran Sineması ve Film Gibi Geçti-Ediz Hun kitaplarını yazdı. Ulusal ve uluslararası festivallerde jüri, küratör ve yayın editörü görevlerinde bulundu. Türkiye’de ve yurtdışında ülke sinemaları üstüne konferanslar verip workshoplar yaptı. Halihazırda Üsküdar Üniversitesi’nde öğretim görevlisi, Gazete Duvar’da köşe yazarı ve Seyyah Kitap’ın genel yayın yönetmeni olan Oylum; Türkiye PEN Yazarlar Derneği, FIPRESCI (Uluslararası Film Eleştirmenleri Federasyonu) ve FEDERO (Avrupa ve Akdeniz Film Eleştirmenleri Federasyonu) Üyesidir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Röportajlar

İranlı Yönetmen Nader Saeivar: İran’da Aldığın Nefes Bile Politiktir 

“Sonu Yok” filminin İranlı yönetmeni Nader Saeivar filmin kendi yaşamından izler taşıdığını belirterek, “Kendi yaşamımda gördüğüm baskıların vesilesiyle böyle bir hikâye yazdım” dedi.  12’inci Suç ve Ceza Film Festivali kapsamına gösterilen “Sonu Yok” filminin İranlı yönetmeni Nader Saeivar ile filmi ve İran sinemasının son dönemini konuştuk. Nader Saeivar, şu an hapiste olan Cafer Penahi’nin de […]

Devamını Oku
Röportajlar

Venedik’te Yarışan Hilal Baydarov: Ruhum Doğu’da

Bu yıl 77. Venedik Film Festivali’nde ana yarışmada ilk defa bir Azerbaycan filmi olan “In Between Dying” yer aldı. Filmin yönetmeni Hilal Baydarov’la filmlerini ve Azerbaycan sinemasını konuştuk.  2-12 Eylül tarihleri arasında yapılan 77. Venedik Film Festivali’nde bu yıl ilk defa bir Azerbaycan filmi olan “In Between Dying”- Sepelenmiş Ölümler Arasında filmi de ana yarışmada […]

Devamını Oku