Nazilerin 1933’te iktidarı ele almalarından hemen önce 1932’de çektiği “Dr. Mabuse’ın Vasiyeti”, yasaklanan ilk filmlerden biri oldu. Faşizmin ayak sesleri yükselmeye başlayınca Lang’ın sürgün günleri de başlamıştı. Filmlerinin senaryosunu yazan karısından boşanan yönetmen, onun Nazi partisine üye olmasıyla şok yaşayıp Paris’e, oradan da Hollywood’a gitti.
5 Aralık 1890’da Viyana’da doğan Fritz Lang, hâlâ sinema tarihinin köşe taşı.Yönetmenin değerini anlamak ve biraz irdelemek için Fritz Lang’in efsanevi filmi Metropolis’i hatırlamalı.
Öncü yönetmen, mimar babasının izinden gidip Viyana’da mimarlık eğitimi aldı. Ne var ki içindeki sanat tutkusu çoktan onu esir almıştı. Sanat akademisinde de resim eğitimi gördü. 1913’de Paris’e geldiğinde, mimari eğitimi almış bir ressamdı.
1. Dünya Savaşı’na katılan usta yönetmen, savaşın vahşetinden yaralı olarak kurtuldu. Savaşın sonunda, dönemin büyük Alman yapım şirketi UFA bünyesinde çalışmaya başladı. 1919’da ilk filmi Die Spinnen (Örümcekler)’i çekti. Filmde savaşın kaotik atmosferinden izler görmek mümkündü. Filmde dünyayı hâkimiyetine almaya çalışan bir caniyi resmetti.
1921’de Der müde Tod (Yorgun Ölüm) filmini çekti. Mimari donanımını bu filmle beraber sinema sanatı içinde kullanmaya başlayan yönetmen, dışavurumculuk akımının özelliklerini de sinemasında göstermeye başlamıştı. Karanlık atmosfer filmin bütününde egemendi. Sevgilisinin hayatı için ecelle pazarlık yapan bir kadının yaşadıklarını beyazperdeye yansıtan yönetmen, mekân kadar senaryosuyla da övgüyü hak ediyordu.
1922’de ilk büyük çıkış filmini çekti. Dr. Mabuse, polisiye özellikleri olan bir gerilim filmiydi. İnsanları hipnotize ederek cinayetler işleyen bir doktoru beyazperdeye yansıtıyordu. Filmde dışavurumcu sinemanın belirgin özelliklerini bulmak mümkündü.
‘Nibelungen’ filmini 1924’te çekti. Alman kültürünün 3. yüzyıldaki kökenlerine uzanan yönetmen, efsaneleri filmine ustaca yedirmişti. Büyük dekorlarla çekilen film, ışık oyunlarıyla her zamanki Fritz Lang filmi olduğunu gösteriyordu.
FRITZ LANG’IN DEV PROJESİ METROPOLİS
1924’ten sonra incelemelerde bulunmak için Amerika’ya giden yönetmen, döndükten sonra, sinema tarihinin meşhur filmlerinden biri olan Metropolis’i büyük emek harcayarak ortaya çıkardı. Filmin senaryosunu birkaç yıl önce evlendiği Thea von Harbou kaleme almıştı.
Dönemin en pahalı yapımlarından biri olan Metropolis’ten sonra Spione (Casus) filmini çeken yönetmen, yenilikçi kamera kullanımıyla özgün bir film ortaya çıkarmıştı.
Filmde işçiler yerin altında çalışıp yine yerin altında kendileri için oluşturulmuş işçi gettolarında yaşarlar. Yerin üstünde ise işçilerin bu üretimden edindikleri kazanımları keyifle harcayan zenginler sınıfı yaşamlarını sürdürüyordur. Metropolis’in seçkinlerinin evlatları işçilerin yerin altındaki yaşamlarının resmedilmesinden hemen sonra olimpiyatlar için hazırlık koşuları yaparken gösterilir. Metropolis’in efendisi Joh Federsen’in oğlu Freder, yapılan koşuda birinciliği kazandıktan sonra egzotik bahçelerin içinde genç kadınlar arasında mutlulukla eğleniyordur. Ansızın bir dolu yoksul işçi çocuğuyla bahçeye gelen kadına kapılan Freder, onun peşine takılıp yerin metrelerce altındaki işçilerin dünyasıyla tanışır. Tekrar yukarı çıkıp babasına bu dünyanın zorluğundan bahsetse de babası bu dünyanın kuralının onların altta, kedilerininse üstte yaşaması olduğunu oğluna anlatmaya çalışır. Freder babasından ümidi kesince işçilerin dünyasıyla daha yakından ilgilenir. Gördüğü kadını ararken yeni bir dünya keşfetmiştir. Sonunda Maria’yı bulur. Maria işçilerin manevi önderi konumundadır. Maria’nın işçilere olan önermesi filmin de temel dayanağıdır: “Beyin ile elin arasındaki aracı yürek olmalıdır.” Bu buluşmayı izleyen Metropolis’in efendisi Fredersen, Maria’yı esir alıp onun benzeri bir robotu işçilerin arasına katar. Böylece onları kendi sonlarına götürecek bir yıkıma yönlendirir. Robot Maria’nın yönlendirmesiyle kendi üretim araçlarını yıkan işçiler, yaşam alanlarının da sular altında kalmalarına neden olurlar. Sonunda gerçek Maria kurtulur. İşçiler ve yöneticiler uzlaşırlar. Filmin temel yaklaşımı olan, “Beyin ile el arasındaki aracı yürek olmalıdır” fikri nihai sonu da olur.
Gelecek zamanda geçen Metropolis’i kült mertebesine taşıyan oldukça fazla özelliği söz konusu. Son derece zengin olan yaptığı göndermeleri onu farklı katmanlarda yorumlanan, sürekli tartışılan, her kesimin farklı yorumladığı bir film haline getirdi. Hıristiyanlık, Yunan mitolojisi, mimari, sanayi, üretim ilişkileri, gibi farklı konu bütünlerine yaptığı göndermeler ve yaklaşımlar filmin zenginliklerinden bazıları.
ÇOK VERSİYONLU METROPOLİS
Filmin ortaya çıkma hikâyesi ve tarih boyunca başına gelenler de en az kendisi kadar ilgi çekicidir. UFA’nın prestij projesi olan film, özellikle Amerikalı yapımcılarla baş etmek için büyük bütçeli bir film yapma planıyla ortaya çıktı. Filmin yönetmeni Fritz Lang, başlamadan önce Amerika’ya gidip incelemelerde bulunmuştu. Film için yapılan harcamalar 4.2 milyon Mark’la şirket bütçesinin yarısına denkti. Filmden önce ve yapım sürecinde kapsamlı bir tanıtım yapılmıştı. Bu da dönemin ilk yaklaşımıdır. Amerikan filmlerinde görülen bu özellik, ilk defa bir Avrupa projesinde kullanılıyor, sete çok sayıda gazeteci davet ediliyor, sürekli röportajlar veriliyordu.
Gala gecesinde 4 bin 189 metre uzunluğunda gösterilen Metropolis; anlaşılamayan, kıyasıya eleştirilen ve kimseyi memnun etmeyen bir yapım olmuştu. İki buçuk saatlik uzunluğu ABD kopyasında bir saat kırk beş dakikaya düşürüldü. Toplamda 3 bin 100 metreye düşmüştü. Almanya içinde genel gösterime giren kopyası ise 3 bin 241 metreydi. Filmin 1 yıl içinde üç farklı kopyası oluşmuştu. 1980 yılına kadar Almanya’da genel gösterime giren kopyası ana kopya olarak gösteriliyordu. Filmin, Amerika’da İngiltere’de ve savaş sonrası Moskova’ya götürülmüş olarak farklı uzunluklarda bilinen üç farklı kopyası vardı. Münih Film Müzesi’nde müdürlük yapmış olan Enno Patalas, daha önce birçok filmi yaptığı gibi Metropolis’i de yeniden bir araya getirip kurgulayacağını duyurdu. Çalışma, uzun yıllar süren emekten sonra 1987’de gösterime hazır hale geldi. Bu kopya ‘Münih Versiyonu’ olarak adlandırılmıştı. Başka bir müdahale ise filmi sesli hale getiren Moroder Versiyonu’dur. 1984’te Cannes Film Festivali’nde film, dönemin pop tınılarını da içine alacak şekilde yeniden kurgulanmıştı. Son olarak ise 2008’de bir mucize gerçekleşti ve Arjantin’de mevcut kopyalardan daha uzun ve hiçbir yerde bulunamayan sahnelerin de olduğu bir kopyaya ulaşıldı. Bu kopyadaki eksik sahneler, Almanya’da oluşturulan bir ekibe teslim edilerek günümüzde dolaşımda olan 2010’da Berlin Film Festivali’nde gösterimi yapılan son ve en kapsamlı Metropolis kopyasının ortaya çıkmasını sağladı.
HERKESİN METROPOLİS’İ KENDİNE
Gelelim filmin anlattıklarının toplum kesimleri üstündeki etkisine; ilginç bir biçimde bütün toplum kesimleri ve ideoloji temsilcileri filmi kıyasıya eleştirmiştir. Her kesim filmin kendisinin dışındaki kesimleri övdüğünü söyleyerek filmi kabul etmedi. Alman sosyalistleri, filmin gösterime girmesinden kısa bir süre sonra, temel dayanağı olan, “Beyin ile el arasındaki aracı yürek olmalıdır” anlayışını son derece naif ve mücadele gerçeğinden uzak buldular. İşçilerin bu anlayışla sermaye tarafından daha fazla sömürüleceğini iddia ettiler.
Sermaye çevreleri ise filmde işçilerin ayaklanmasını ve kötü halde gösterilmelerini kendileri için birer tehdit olarak görmüşlerdi.
Çoğu zaman filmin faşizmin iş-emek denklemine uygun ve ‘faşizan’ bir anlayışta olduğu eleştirileri yapılsa da Naziler de filmi kendilerine yakın görmemişlerdi. Filmle ilgili Nazilerin iktidarı döneminde ağır eleştiriler yapılmış, ‘Yahudi ve elitist çevrelerin projesi olduğu’ ve ‘Amerikan film piyasasının talepleri doğrultusunda yapıldığı’ savunulmuştu.
Bütün bu sahipsizliğiyle Metropolis, içinde barındırdığı katmanlı yapısı, geleceğe ve dönemine ait göndermeleri, tartışmalı politik önermesiyle ve yıllar içinde başına gelenlerle sinema tarihinde her zaman göndermeler yapılan, beslenilen gerçek bir kült filmdir. Ridley Scott’un 1982 tarihli Blade Runner filmi en belirgin Metropolis göndermeleri taşıyan filmlerden biridir. Filmdeki mimari yapı, Metropolis’deki mimari özellikleri kuvvetli bir biçimde hatırlatır.
M: BERLİN’İN KAOTİK DÜNYASI
1931’de çektiği ‘M.’, yönetmenin ilk sesli filmiydi. Berlin’de 1931’de seri cinayetler işleyen bir çocuk katilinin yakalanma hikâyesi olan film orijinal konusuyla dikkat çeker. Polis, katili yakalamayı bir türlü beceremez. Bu sebepten şehrin yer altı mekânlarına, hırsızlara, gayrı meşru iş yapanlara baskıyı artırır. Artık polis kadar hırsızlar, suçla geçinenler de katili yakalamak istiyordur. Kendi yöntemleriyle bütün şehri kolaçan etmeye başlarlar. Üstelik polislerden daha örgütlülerdir. Önceleri katilin yüzü görülmez, sadece gölgesi ve sürekli ıslıkla çaldığı bir melodi duyulur. Kulağı keskin kör bir balon satıcısının ıslığı teşhis etmesi ile katili yakalama yarışı hız kazanır. Yolda melodiyi çalan katili takip eden dilenciler sırayla birbirlerine katili gösteriler. Sırtına M işareti koyulan katilin artık kurtulma şansı kalmamıştır. Polisin yakalamak istediği katil Berlin’in suçluları tarafından yakalanır. Üstelik onu yargılamasını da yine suçlular yapacaktır.
Yönetmen filmde Berlin’in karamsar ve kaotik bir resmini çizerken yakında gelecek tehlikeyi de adeta tahmin etmişçesine Nazilerin gelecekte oluşturacağı kaotik atmosferi ortaya koymuştu. Filmde hastalıklı katili yaratanın hastalıklı toplum yapısı olduğunu açıkça dile getirmiş, onun peşindekilerin de ondan daha iyi olmadıklarını göstermiştir. Üstelik filmde rol verdiği suçluların önemli bir kısmı Berlin’de yaşayan gerçek suçlulardır.
Sinema tarihinin yenilikçi filmlerinden olan M’de, ilk defa kullanılan birçok özellik söz konusu. Kullanılan dış ses o zaman yaygın bir uygulama değildi. Bu filmden sonra yayılmaya başladı. Filmde katilin kendisinden önce çaldığı ıslığın duyulması onun bu müzikle tanınmasını sağlıyordu. Müziğin bu denli etkin ve ayrıştırıcı bir biçimde kullanımı da ilk defa yapılmıştı. Sinemada ‘leitmotif’ adı verilen bu tekniğin de ilk kullanıldığı filmlerden biri M’dir. Belirli bir fikir, düşünce, şahıs veya mekânla özdeşleşen bir müzik temasının film boyunca tekrar edilmesine verilen ad olan leitmotif, burada katili oynayan Peter Lorre’un ıslıkla çaldığı Peer Gynt melodisiyle sağlanmıştı. Filmin ilerleyen dakikalarında seyirci katilin görüntüde olmadığı sahnelerde de bu ıslığı duyduğu zaman onun yakınlarda olduğunu fark eder.
NAZİLER İKTİDARA, FRİTZ LANG SÜRGÜNE
Nazilerin 1933’te iktidarı ele almalarından hemen önce 1932’de çektiği “Dr. Mabuse’ın Vasiyeti”, yasaklanan ilk filmlerden biri oldu. Faşizmin ayak sesleri yükselmeye başlayınca Lang’ın sürgün günleri de başlamıştı. Filmlerinin senaryosunu yazan karısından boşanan yönetmen, onun Nazi partisine üye olmasıyla şok yaşayıp Paris’e, oradan da Hollywood’a gitti. MGM stüdyolarında çalışmaya başladı. 1936 yılında çevirdiği ‘Fury’ (Öfke), maden işçilerinin dünyasında geçer. 1937 yılında ise ‘You Only Live Once’ (Günahsız Katiller) adlı filmi çevirdi, western türünde de eserler veren yönetmenin, ‘The Return of The Frank James’ (Frank James’in Dönüşü) (1940), ‘Western Union’ (Çöl Devleri) (1941) filmleri bu türe örnektir.
1950’ler boyunca Hollywood’da çalışma zorlukları yaşayan Lang, Almanya’ya dönerek son Dr. Mabuse filmini 1960 yılında Almanya’da çekti. Lang, Jean-Luc Godard’ın 1963 yapımlı ‘Le Mephris’ (Nefret) adlı filminde de kamera önüne geçti.
Son yıllarını kameranın vizörüne bakmaktan gözleri görmez şekilde Amerika’da geçirdi. 1976’da öldüğünde sinema tarihi ona çok şey borçluydu.