Yavuz Turgul’un hem senaryosunu yazdığı hem de yönetmenlik yaptığı filmler bütünlüklü olarak incelendiğinde, ülkenin toplumsal dinamiklerinin temel dayanağı olan köyden kente göçün yarattığı travmatik hali ve bu travmanın İstanbul’a etkilerini görebiliriz. Filmlerin oluşturduğu bu görsel sosyoloji dersi, kişisel hikâyelerle fazlaca hemhal olan yeni yönetmenler için de yeniden keşfedilmeyi bekleyen bir hazine olmayı sürdürüyor.
Geçtiğimiz yıl Eylül ayında düzenlenen 28. Uluslararası Altın Koza Film Festivali’nde Yavuz Turgul’a Onur Ödülü verilmişti. Yine geçtiğimiz yıl Aralık ayında düzenlenen 9. Uluslararası İpek Yolu Film Ödülleri’nde de Yavuz Turgul’a Emek Ödülü verilerek yönetmen tekrar onurlandırıldı. Filmlerinden ülkenin sosyolojik dönüşümlerini takip edebileceğimiz Yavuz Turgul; hem yazdığı senaryolarıyla hem de yönetmenliğini yaptığı filmleriyle her dönem tekrar izlenmesi gereken bir filmografi oluşturdu. Bu hafta, hastalığından ötürü ödül törenlerine katılamayan 75 yaşındaki Turgul’un filmlerinin izini sürmek istedim.
DERS NİTELİĞİNDE SENARYOLAR
Yavuz Turgul’un, her biri adeta bir sosyoloji dersi içeren senaryolarıyla Türk sinemasında özel bir yerde durduğunu söyleyebiliriz. Turgul, etnik ve kültürel çeşitlilik barındıran karakterleri ve senaryolarındaki toplumsal dönüşümü resmettiği olay örgüleriyle ülkenin en gerçekçi tablosunu resmeden sinemacılardan biri. Onun filmlerinde İstanbul’un dönüşümü, toplumsal tabakaların zaman içindeki farklılaşmaları ve kültürel zenginlik incelikli ayrıntılarla beyazperdeye yansıtılır. Yetmişlerin sonunda Arzu Film için yazdığı senaryolara baktığımızda o dönemin toplumsal dinamiklerini, tartışmalarını, toplumun gündemini yakalamak mümkün. “Sultan”, “Erkek Güzeli Sefil Bilo”, “Banker Bilo”, “Davaro”, “Çiçek Abbas” filmlerinde; ağalık, eşkıyalık, başlık parası, Almanya’ya işçi göçü, kente gelen köylünün tutunma çabası, gecekondulaşma, amelelik, işportacılık, kaçak sigara satıcılığı, fabrika işçiliği, karaborsacılık, kapıcılık, bankerlik, minibüs kültürü sırayla karşımızda belirir. Şehre gelen insanın ahlaki dönüşümünü de Yavuz Turgul’un senaryolarında takip etmek olasıdır. Köylüsünü dolandıranlar, en yakın arkadaşını işe yerleştirmek için avanta isteyenler, dindar görünüp Ramazan ayında “şeker hastası” olanlar onun senaryosunun küçük ama önemli ayrıntılarıdır. Senaryolarında ortaya koyduğu bu sosyolojik tespitler yönetmenlik yapmaya başladığında artık şehre göç eden ama şehirleşemeyen yığınların oluşturduğu kalabalıklar üzerinden devam edecektir.
TÜRK SİNEMASININ TEK ŞİİR UYARLAMASI: FAHRİYE ABLA
Yavuz Turgul’un ilk sinema filmi “Fahriye Abla” (1987), sadece Turgul’un senaristlikten yönetmenliğe geçişinin filmi olmasıyla değil Türk sinemasının ilk ve tek şiir uyarlaması olmasıyla da nadide bir örnektir. Ahmet Muhip Dıranas’ın aynı isimli şiirinden yapılan uyarlamayla Turgul, bir şiirden bir film çıkararak eşine az rastlanır bir ustalık göstergesi ortaya koymuştu. İstanbul’da yoksul bir mahallenin içinde ilk aşkı deneyimleyen Fahriye’nin (Müjde Ar) rızası dışında evlendirilmesiyle yaşadıklarını resmeden film, dönemin sosyolojik unsurlarının izlerini sürer. Erkeğe olan bağımlılığını yok edip özgürleşen kadın profilinden, baskın baba figürünün psikanalitik etkilerine, dönemin fabrikalarındaki çalışma koşullarından, arabesk kültürüne kadar dönemin ruhu incelikli ayrıntılarla karşımıza çıkar.
SAHİPSİZ KENTİN SON SAMURAYI: MUHSİN BEY
“Muhsin Bey” (1987), müzik organizatörü İstanbul beyefendisi Muhsin Kanadıkırık (Şener Şen) ile Urfa’dan kaset çıkarmak için Muhsin Bey’in yanına gelen onun askerlik arkadaşının yeğeni genç Ali Nazik’in (Uğur Yücel) olanca karşıtlıklarıyla birlikte albüm yapma mücadelelerini anlatır. Bu ortaklık aynı zamanda filmin çatışmasının da müsebbibidir.
“Muhsin Bey” (1987) yeni dönemin ruhuyla İstanbul’un geleneksel dinamiklerinin son karşılaşmaları gibidir. Muhsin Kanadıkırık, olanca nezaketi, beyefendiliği ve klasik sanat müziğinin dışına çıkmayan haliyle İstanbul’u temsil ederken şehre gelen göç dalgasıyla kısa yoldan köşeyi dönme merakı da Ali Nazik’te cisimleşir. Muhsin Bey’in oturduğu yapının sahibi Madam ise filmdeki gayrimüslim olarak karşımıza çıkar. Çoğu Yeşilçam filminde olduğu gibi yalnız, yaşlı ve mülk sahibidir. Muhsin Bey, arabesk söylemek için şehre gelen Ali Nazik’e Urfa Türküleri albümü yapmak için borçlarını ödeyemeyip hapse düştükten sonra cezasını tamamlayıp sahipsizce evine döndüğünde, Beyoğlu’nun yıkılan binalarıyla karşılaşır. Madam da artık Paris yolcusudur. Bir dönem resmen kapanıyordur. Artık İstanbul’un son temsilcileri yenilmiştir. Emanet ettiği çiçekler de sahipsiz kalıp kurumuştur. Muhsin Bey’in ifadesiyle şehir artık çiğ köfte kokuyordur. Ama Ali Nazik bu durumu da bir neden sonuç bağlamına oturtmuştur: İsteyen olmasa o kadar dükkân açılır mı? Muhsin Bey, Ali Nazik yüzünden hapse düştüğünde de ilk yaptığı şey Muhsin Bey’in platonik aşkı, şarkıcı Sevda Hanım’ı elde etmek olur. Pavyonda arabesk okumaya da geç kalmadan başlar. Kendini kurtarması gerekiyordur. Yönetmen; şarkıcı Sevda Hanım’la birlikte Muhsin Bey’i yeniden buluşturduğunda ise sürekli bozulan İstanbul’un 1950’li yıllarından kalan yadigâr arabası da teklemeden çalışır. Madam Paris yoluna düşse de Beyoğlu’nun kadim yapıları bir bir yıkılsa da anlıyoruz ki yönetmen şehirden yani Muhsin Beylerden hâlâ umutludur.
DEĞİŞEN SİNEMANIN FOTOĞRAFI: AŞK FİLMLERİNİN UNUTULMAZ YÖNETMENİ
“Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni” (1990) filminde yönetmen bu kez eski zamanın kitlesel sinemasına hizmet eden gözden düşmüş bir yönetmen olan Haşmet Asilkan’ın (Şener Şen) 1980’lerin sanat filmleri döneminde kendini yeniden inşa etme çabasını sinemaya taşımıştı. Filmde yeni dönemin yükselen trendlerine uygun bir film çekmeye çalışan Haşmet Asilkan’ın yaşamı resmedilirken, Türk sinemasının bütün tarihi ince ve ironik dille gözler önüne serilir. Turgul, toplumun sosyolojik dönüşümünü bu kez sinema sektörü üzerinden resmederken Beyoğlu’nu fon olarak kullanmaya devam eder.
BEYOĞLU’NA VEDA: GÖLGE OYUNU
1992 yapımı “Gölge Oyunu” filminde Mahmut (Şevket Altuğ) ve Abidin’in (Şener Şen) Beyoğlu’nun pavyonlarında komik skeçler yapan iki modern zaman meddahı olarak yaşamları resmedilir. Varlığı ve yokluğunun muğlaklığında Kumru (Larissa Litichevskaya) isimli dilsiz genç bir kadınla karşılaştıklarında yaşamları olduğundan daha da çetrefilli hale gelecektir. “Gölge Oyunu”nda ev sahibi bu kez Madam yerine Büyükhanım olmuştur. Yine azınlık mensubu, yine yalnız, yine yaşlı bir kadındır. Eşi Eftal Bey vefat edince yalnız kalan ve yalnızlığında uykusuzlukla cebelleşen modern bir İstanbul hanımefendisidir. “Muhsin Bey” filminde olduğu gibi fonda bizi Beyoğlu karşılayacaktır. Beyoğlu’nun dar sokak araları, eski konaklar, ışıltısı kalmamış barlar, pavyonlar… Bunların hepsinin toplamıyla da kadimliğini köhneliğe bırakmış bir Pera.
EŞKIYA: ŞEHRİN YENİ SAHİPLERİ PERDEDE
Yavuz Turgul’un beşinci filmi “Eşkıya” (1996), 35 yıl süren tutsaklığından sonra hapisten çıkan eski bir eşkıyanın İstanbul’da unutamadığı aşkını araması sırasında şehrin yeni eşkıyalıklarıyla sınanmasını resmeder. Ulusal sinemanın seksenlerin sonunda girdiği bunalımdan çıkışını sağlayan film, 2 milyon 500 bin’den fazla bilet satışıyla 2001 yılına kadar Türk sinemasının en yüksek gişe hasılatı elde eden filmi olmuştu. Eşkıyalığı son olarak “Davaro” filminde gösteren yönetmen, dağların oyuklarında saklanan eşkıyaların şehrin deforme olmuş ahlak anlayışı içindeki yeni formlarını resmederken şehrin tutunamayan karakterlerini de sırayla kadrajına taşımıştı. Hapse düşmesine neden olan en yakın arkadaşı Berfo’nun izini süren Baran’ın, ailesiz büyümüş olan uyuşturucu kuryesi Cumali’yle yolları kesişir. Kaldıkları bakımsız otelde de Sovyet Devrimi sonrası Türkiye’ye gelen Beyaz Rus göçmeni Andrey Mişkin (Necdet Mahfi Ayral), asil ama yoksul bir yaşlı olarak ölümünü bekliyordur. Yavuz Turgul, Tarlabaşı’nın, Balat’ın, Fener’in dar ve eskimiş sokak aralarında, Beyoğlu’nun çatılarında şehrin dönemsel fotoğrafını verirken, dönüşen şehrin yeni kurallarının insanlar üzerindeki yıkıcı etkilerini mutlu son illüzyonuna düşmeden gösterir.
İDEALİZMİN REALİZME YENİLGİSİ: GÖNÜL YARASI
Yavuz Turgul’un “Gönül Yarası” (2004) filmi, Nazım öğretmenin (Şener Şen) İstanbul’a dönüş hikâyesidir. Nazım’ın yıllarca Anadolu’nun köylerinde öğretmenlik yaptıktan sonra emekli olup İstanbul’a, çocukluğunu geçirdiği Samatya’ya döndükten sonra pavyonlarda türkü söyleyen Dünya (Meltem Cumbul) ile olan iletişiminin getirdiği yeni dinamiklerin yansımasıdır. Nazım öğretmen ideallerinin peşinde köylerde öğretmenlik yaparken çocukları realizmin keskin çizgileri içinde yeni dünya düzeninin para, statü ve hırs dolu gerçekliğiyle yetişmişlerdir. Baba ve çocukların karşılaşması aslında iki farklı bakış açısının asimetrik çarpışmasını yansıtır. “Gönül Yarası” (2004), Yavuz Turgul’un mülk sahibi azınlık karakterlerinin son halkasını da bünyesinde taşır. Bu kez mekân kadim Ermeni semtlerinden biri olan Samatya’dır. Baş karakter, “Muhsin Bey” ve “Gölge Oyunu”nda olduğu gibi yine bir azınlık mensubu kadının evinde konaklayacaktır. Ancak yılların 2000’leri göstermesinden sebep yaşlı azınlıkların artık yaşadığı değil öldüğü ya da yurt dışına göçtüğü bir dönemdeyizdir. Nazım, ölmüş olan Agavni teyzenin evine yerleştiğinde sadece kitaplarını bir köşeye koyup, öğrencilerinin resimlerini duvara asmakla yetinir. Agavni teyzenin ruhunun yaşamaya devam ettiği evine adeta ev arkadaşı olurcasına dahil olur. Fotoğraflar duvarda, Nazım öğretmenin uyuduğu yatağın başında duran haç yerli yerindedir. Yönetmen, azınlıklar gitse de onların şehir hayatına kattığı zenginliğin farkındalığıyla en azından kurguladığı filminde onlara saygıyla içten bir selam yolluyor gibidir.
2010’da “Av Mevsimi”nde Türk sinemasının az sayıdaki polisiye filmlerinden birini çeken yönetmen, yeni arayışlar içinde olduğunu gösteriyordu. 2017 yapımı son filmi “Yol Ayrımı”nda da acımasız bir patronun vicdanını keşfetmesinin yarattığı dönüşümü anlatmıştı. Zenginliğin insani olandan uzaklaştıkça edinilmiş mülklerle oluşmuş bir miras listesi olduğunu göstermeye çalışmıştı.
ABD Ulusal Film Arşivi, her yıl Amerikan film mirasının farklılığını ve çeşitliliğini sergileyen “kültürel, tarihî ya da estetik açıdan önemli” gördüğü filmleri koruyup arşivliyor. Amerika toplumunun dönüşümünü bu filmler üzerinden görebiliyoruz. Bizim henüz bu düzeyde bir görsel bilincimiz oluşmadı. Eğer bir gün bizde de bu bilinç oluşursa korunması ve genç kuşaklara taşınması gereken filmlerin başında Yavuz Turgul’un filmleri geliyor. Yavuz Turgul’un hem senaryosunu yazdığı hem de yönetmenlik yaptığı filmler bütünlüklü olarak incelendiğinde, ülkenin toplumsal dinamiklerinin temel dayanağı olan köyden kente göçün yarattığı travmatik hali ve bu travmanın İstanbul’a etkilerini görebiliriz. Filmlerin oluşturduğu bu görsel sosyoloji dersi, kişisel hikâyelerle fazlaca hemhal olan yeni yönetmenler için de yeniden keşfedilmeyi bekleyen bir hazine olmayı sürdürüyor.